www.ForumKi.Com - Yeni Temamız İle Daha Büyük Bir Aileye
www.AyFM.Net - Sanal Radyo Müzik ve Arkadaşlık Platformuna Sizleride Bekliyoruz

Yazar:
AdM
![[Resim: osmanli-devlet-armasi2.gif]](https://tarihikayeler.files.wordpress.com/2008/12/osmanli-devlet-armasi2.gif)
EOsmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz:
En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta. Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça “Osmanlı devletinin hükümdarı olan … han, Allah’ın Muvaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer.” anl. gelen bir söz yazılı.
Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor. Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur.
Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gazi’yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır.
Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır. Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilafet sancağı bulunur. Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.
Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:
Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak alemini altında baltacıklar ocağının kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el sperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da mehterhaneyi temsil eder.
Armanın sol yanında, yani hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar:
Sancak aleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazinin kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kuran-ı Kerim, alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.
Hilafet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlı’nın estetik yönünü gösterir. Buket arasında ki güller hilafet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.
Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanın da dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır.
Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar. Bu madalyaların isimleri şöyledir: İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
.Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Sual sormak istediklerini bildirdiler. Mevlana hazretleri bu gelen misafirleri Şems-i Tebrizi’ye havale etti. Şems-i Tebrizi hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrizi; “Sorun” buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Seçtikleri sözcü sorularını sormaya başladı.
İlk soru şöyleydi:
“Allah var dersiniz, ama görünmez. Göster de inanalım”
Şems-i Tebrizi hazretleri;
“Öbür sorunu da sor!” buyurdu.
“Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azab edilecek dersiniz. Hiç ateş ateşe azab eder mi?” dedi.
Şems-i Tebrizi;
“Peki, öbür sorunu da sor!” diye buyurdu.
“Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” dedi.
Bu soruların üzerine Şems-i Tebrizi, elindeki kuru kerpiçi
adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci,
derhal zamanın kadısına gidip, davacı oldp şikayette bulundu.
“Ben soru sordum, o başıma kerpiç vurdu” dedi.
Şems-i Tebrizi hazretleri;
“Ben de sadece cevap verdim.” buyurdu.
Kadı bu işi açıklamasını isteyince, Şems-i Tebrizi hazretleri söyle anlattı;
“Bana, Allahü Tealayı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci başının ağrısını göstersin de inanayım. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azab edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana, bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz dedi. Benim canım onun başına kerpiç vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?”
Bu cevaplar üzerine felsefeciler hiç bir şey söylemeden çekip gittiler.
Forum:
Serbest Kürsü
1
Yorumlar

Yazar:
AdM
Telefonda hemen hemen hergün kimbilir kaç kez kullandığımız “Alo” sözcüğü, gerçekte bir sevgilinin kısaltılmış adıdır. Sevgilinin tam adı Allessandra Lolita Oswaldo’dur. Bu sevimli genç kız, telefonu icat eden, A.Graham Bell’in sevgilisiydi. Graham Bell telefonu icat edince ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti. Atölyesinde telefon çalınca arayanın Allessandra Lolita Oswaldo’dan başkası olamayacağını bildiğinden Graham Bell, telefonu açar açmaz “Allessandra Lolita Oswaldo” diyordu. Bell, zamanla sevgilisine, adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu “Ale Lolos” diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça Graham Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve öne iki heceli bir ad buldu. Bu kısa ad “Alo” idi. Allessandra Lolita Oswaldo, geliştirip, tüm kente yaymaya çalıştığı telefondan başka birşey düşünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsız olmaya başlayınca Graham Bell’i telefonuyla başbaşa bırakıp onu terketti.Yaşlı Bell, sevgilisinin birgün onu arayacağı umuduyla telefonun başından ayrılmadı. Kentte çekilen telefon hatlarının sayısı da giderek artmaya başlamıştı. Graham Bell’i artık başka kişiler de arıyordu. Fakat o, telefonun her çalışında kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu “Alo” diyerek açıyor ve artık herkes “Alo” diyordu. O günlerde hemen herkes telefonu açtıklarında Alexander Graham Bell’in anısına saygı olarak “Alo” demeye başladı. Bugün tümümüzün kullandığı “Alo” sözcüğü işte o günlerden günümüze uzanmaktadır.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
Güzel soru degilmi , hadi gelin cevaplayalim 
EAksaray:
Fatih’in sadrazamı Ishak Paşa, Iç Anadolu Bölgesi’ndeki Aksaray’ı ele
geçirdikten sonra orada yaşayan bölge insanlarını bugünkü Aksaray semtinin bulunduğu yere gönderir. Aksaraylılar da semte adlarını verirler.
Ahırkapı:
Marmara Denizi’nin kıyısında yer alan yedi ahır kapısından birisi olan bu
semte, Padişah atlarının bulunduğu has ahırın yanında yer aldığı için
Ahırkapı ismi verildi.
Aşiyan:
Kuş yuvası. Günümüzdeki ismini şair Tevfik Fikret’in burada bulunan,
Farsçada kuş yuvası anlamına gelen ‘Aşiyan’ isimli evinden alıyor.
Bağlarbaşı:
Semt, en ünlü bağ ve bahçelerin bir dönem burada yer almasından dolayı bu adla anılıyor.
Bebek:
Semtin isminin nereden geldiği konusunda iki rivayet bulunuyor. Bunlardan ilki,
Fatih Sultan Mehmet’in bölgeyi koruması için gönderdiği bölükbaşının
Bebek lakaplı olması.
Diğeri ise,
padişahın semtteki bahçesinde gezerken yılan görüp korkan şehzadesine bebek demesi ve bundan sonra bahçesinin bebek bahçesi olarak anılması.
Beşiktaş:
Ilk görüş, semtin ismini Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak
için diktirdiği beş taştan aldığı yönünde. Diğeri ise bir papazın burada
yaptığı kiliseye Kudüs’ten getirdiği beşik taşını koyduğu ve ismin buradan
geldiği yönünde.
Beyazıt:
Sultan II. Beyazıt’ın buraya kendi ismiyle anılacak bir külliye
yaptırmasından sonra semt, Beyazıt olarak anılmaya başladı.
.Beyoğlu:
Semtin isminin nerden geldiği konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor.
Bunlardan ilkine göre, Islamiyet’i kabul edip burada oturmaya başlayan
Pontus Prensinden adını alıyor semt.
Diğerine göreyse, ‘Bey Oğlu’ diye anılan Venedik Prensinin burada oturmasından geliyor semtin adı.
Sonbir rivayet de,
burada oturan Venedik elçisine, yazışmalarda, “Beyoğlu” diyehitap edilmesinden semtin bu adla anıldığını söylüyor.
Bakırköy:
Bizanslıların ‘Makri Hori’ dedikleri semt, 14. yüzyılda Osmanlıların eline
geçince ‘Makriköy’ adını aldı. 1925′te ulusal sınırlar içindeki yabancı
kökenli adların değiştirilmesi sırasında Atatürk’ün isteğiyle semt Bakırköy
adını aldı.
Bostancı:
Semt, adını eskiden her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlardan
biri olmasından alıyor.
Çatladıkapı:
Bizans zamanında yapılan surların Sidera adı bir verilen kapısı, 1532
tarihinde meydana gelen depremde çatlayınca, hem semt hem de kapı
Çatladıkapı olarak anılmaya başladı.
Çemberlitaş:
Bizans’ın en önemli meydanlarından Constantinus Forumu’nun bulunduğu yerdeki büyük sütunlardan birisi olan Çemberlitaş, semte adını verdi.
Çengelköy:
Eskiden gemi çapaları bu köyde yapıldığı için isminin buradan geldiği tahmin ediliyor.
Çıksalın:
Güzel manzaralı, geniş bir çevreye hakim olan bölgeye, halk arasında “çık,
salın” denilmeye başlandı.
Eminönü:
Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafı denetleme yetkisi ‘Emin’lere aitti. Semt,adını burada bulunan ‘Gümrük Eminliği’nden alıyor
.Feriköy:
Semt adını Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde yaşayan Madam
Feri’den alıyor. Bölgede bulunan geniş topraklar padişah tarafından Madam
Feri’nin eşine bağışlanmıştı. Ama eşi ölünce semt onun ismiyle anılmaya başlandı.
Galata:
Gala, Rumca da “süt” anlamına geliyor. Bir rivayete göre Galata’nın adı
semtteki süthanelere gönderme yapılarak türetildi.
Başka bir görüşe göre ise,
Italyanca ‘denize inen yol’ anlamına gelen ‘galata’ kelimesi düşünülerek bu
isim verildi.
Horhor:
Fatih’te bulunan semt, adını Horhor çeşmesinden alıyor. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet bölge civarında yürürken yerin altından su sesleri duyar ve yanındakilere, “Buraya bir çeşme yapın baksanıza ‘hor hor’ su sesleri geliyor” der ve buraya bir çeşme yapılır. Çeşme de semt de Horhor ismiyle anılmaya başlar.
Okmeydanı:
Fetih Ordusu kuşatmanın bir kısmını burada kurulan karargâhta geçirmiş.
Semtin ismi de böylelikle Okmeydanı olarak kalmış.
Şişli:
Şiş yapımıyla uğraşan ve Şişçiler diye anılan bir ailenin burada bir konağı
olduğu ve ‘Şişçilerin Konağı’nın zamanla değişikliğe uğrayarak ‘Şişlilerin
Konağı’ hâline gelmesiyle semtin adının Şişli olarak kaldığı anlatılıyor.
Şaşkınbakkal:
Henüz yerleşimin olmadığı dönemlerde yaz günleri denizden yararlanmak için bölgeye gelenlere bir bakkal dükkânı açıldığını görenler,
burada iş yapılmayacağını düşünerek bakkala “şaşkın bakkal” yakıştırması yaptılar.
Bundan sonra da semt Şaşkınbakkal olarak anılmaya başlandı.
Sütlüce:
Bugün Sütlüce semtinin olduğu yerde Süt Menbat isimli bir Rum köyü vardı.Köyün bir köşesindeki bakır bir kadın heykelinin memelerinden su akar; bu suyun, kadınların sütünü çoğalttığına inanılırdı. Bundan dolayı semt,Sütlüce olarak anılır oldu.
Tahtakale:
Sözlük anlamı ‘kale altı’ olan Taht-el-kale’nin bozulmasıyla Tahtakale’ye
dönüşen semtin, Mercan ya da Beyazıt dolaylarındaki eski sur benzeri yapının aşağı kotunda yer aldığı için bu ismi aldığı tahmin ediliyor.
.Taksim:
Osmanlı zamanında sucuların; suyu, halka taksim ettikleri yer, Taksim olarak anılmaya başlandı.
Teşvikiye:
Sultan Abdülmecit’in bir mahalle kurulması için teşvikte bulunduğu semtin
adı Teşvikiye olarak kaldı. Bu durumu, Harbiye Karakolu ile Rumeli ve
Valikonağı Caddelerinin kesiştiği kavşakta bulunan iki taş belgeliyor.
Unkapanı:
Bazı satış yerlerinde Arapça’da ‘Kabban’ adını taşıyan büyük teraziler
bulunduğundan, buraları Kapan adını taşırdı. Sahiline buğday ve arpa yüklü gemiler demirlediğinden, semt bu adı aldı.
Üsküdar:
Bizans devrinde, Skutari denilen asker kışlaları, şehrin bu yakasında yer
aldığı için semt Skutarion diye anılıyordu. Bu isim zamanla Üsküdar’a
dönüştü.
Veliefendi:
Hipodrom bir zamanlar Şeyhülislam Veli Efendi’nin sahibi olduğu topraklar
üzerinde kurulduğundan semtin adı Veli Efendi’yle anılıyor.
9 Dilde İstanbul
Grekçe: Vizantion
Latince: Bizantium, Antoninya, Alma Roma, Nova Roma
Rumca: Konstantinopolis, Istinpolin, Megali Polis, Kalipolis
Slavca: Çargrad, Konstantingrad
Vikingce: Miklagord
Ermenice: Vizant, Stimbol, Esdambol, Eskomboli
Arapça : Bizantiya, el-Mahsura, Kustantina el-uzma
Selçuklular Zamanında:
Konstantiniyye, Mahrusa-i Konstantiniyye, Stambul
Osmanlıcada:
Dersaadet, Deraliyye, Mahrusa-i Saltanat, Istanbul, Islambol,Darü’s-saltanat-ı Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü’l-Hilafetü’l Aliye,
Payitaht-ı Saltanat, Dergâh-ı Mualla, Südde-i Saadet

EAksaray:
Fatih’in sadrazamı Ishak Paşa, Iç Anadolu Bölgesi’ndeki Aksaray’ı ele
geçirdikten sonra orada yaşayan bölge insanlarını bugünkü Aksaray semtinin bulunduğu yere gönderir. Aksaraylılar da semte adlarını verirler.
Ahırkapı:
Marmara Denizi’nin kıyısında yer alan yedi ahır kapısından birisi olan bu
semte, Padişah atlarının bulunduğu has ahırın yanında yer aldığı için
Ahırkapı ismi verildi.
Aşiyan:
Kuş yuvası. Günümüzdeki ismini şair Tevfik Fikret’in burada bulunan,
Farsçada kuş yuvası anlamına gelen ‘Aşiyan’ isimli evinden alıyor.
Bağlarbaşı:
Semt, en ünlü bağ ve bahçelerin bir dönem burada yer almasından dolayı bu adla anılıyor.
Bebek:
Semtin isminin nereden geldiği konusunda iki rivayet bulunuyor. Bunlardan ilki,
Fatih Sultan Mehmet’in bölgeyi koruması için gönderdiği bölükbaşının
Bebek lakaplı olması.
Diğeri ise,
padişahın semtteki bahçesinde gezerken yılan görüp korkan şehzadesine bebek demesi ve bundan sonra bahçesinin bebek bahçesi olarak anılması.
Beşiktaş:
Ilk görüş, semtin ismini Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak
için diktirdiği beş taştan aldığı yönünde. Diğeri ise bir papazın burada
yaptığı kiliseye Kudüs’ten getirdiği beşik taşını koyduğu ve ismin buradan
geldiği yönünde.
Beyazıt:
Sultan II. Beyazıt’ın buraya kendi ismiyle anılacak bir külliye
yaptırmasından sonra semt, Beyazıt olarak anılmaya başladı.
.Beyoğlu:
Semtin isminin nerden geldiği konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor.
Bunlardan ilkine göre, Islamiyet’i kabul edip burada oturmaya başlayan
Pontus Prensinden adını alıyor semt.
Diğerine göreyse, ‘Bey Oğlu’ diye anılan Venedik Prensinin burada oturmasından geliyor semtin adı.
Sonbir rivayet de,
burada oturan Venedik elçisine, yazışmalarda, “Beyoğlu” diyehitap edilmesinden semtin bu adla anıldığını söylüyor.
Bakırköy:
Bizanslıların ‘Makri Hori’ dedikleri semt, 14. yüzyılda Osmanlıların eline
geçince ‘Makriköy’ adını aldı. 1925′te ulusal sınırlar içindeki yabancı
kökenli adların değiştirilmesi sırasında Atatürk’ün isteğiyle semt Bakırköy
adını aldı.
Bostancı:
Semt, adını eskiden her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlardan
biri olmasından alıyor.
Çatladıkapı:
Bizans zamanında yapılan surların Sidera adı bir verilen kapısı, 1532
tarihinde meydana gelen depremde çatlayınca, hem semt hem de kapı
Çatladıkapı olarak anılmaya başladı.
Çemberlitaş:
Bizans’ın en önemli meydanlarından Constantinus Forumu’nun bulunduğu yerdeki büyük sütunlardan birisi olan Çemberlitaş, semte adını verdi.
Çengelköy:
Eskiden gemi çapaları bu köyde yapıldığı için isminin buradan geldiği tahmin ediliyor.
Çıksalın:
Güzel manzaralı, geniş bir çevreye hakim olan bölgeye, halk arasında “çık,
salın” denilmeye başlandı.
Eminönü:
Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafı denetleme yetkisi ‘Emin’lere aitti. Semt,adını burada bulunan ‘Gümrük Eminliği’nden alıyor
.Feriköy:
Semt adını Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde yaşayan Madam
Feri’den alıyor. Bölgede bulunan geniş topraklar padişah tarafından Madam
Feri’nin eşine bağışlanmıştı. Ama eşi ölünce semt onun ismiyle anılmaya başlandı.
Galata:
Gala, Rumca da “süt” anlamına geliyor. Bir rivayete göre Galata’nın adı
semtteki süthanelere gönderme yapılarak türetildi.
Başka bir görüşe göre ise,
Italyanca ‘denize inen yol’ anlamına gelen ‘galata’ kelimesi düşünülerek bu
isim verildi.
Horhor:
Fatih’te bulunan semt, adını Horhor çeşmesinden alıyor. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet bölge civarında yürürken yerin altından su sesleri duyar ve yanındakilere, “Buraya bir çeşme yapın baksanıza ‘hor hor’ su sesleri geliyor” der ve buraya bir çeşme yapılır. Çeşme de semt de Horhor ismiyle anılmaya başlar.
Okmeydanı:
Fetih Ordusu kuşatmanın bir kısmını burada kurulan karargâhta geçirmiş.
Semtin ismi de böylelikle Okmeydanı olarak kalmış.
Şişli:
Şiş yapımıyla uğraşan ve Şişçiler diye anılan bir ailenin burada bir konağı
olduğu ve ‘Şişçilerin Konağı’nın zamanla değişikliğe uğrayarak ‘Şişlilerin
Konağı’ hâline gelmesiyle semtin adının Şişli olarak kaldığı anlatılıyor.
Şaşkınbakkal:
Henüz yerleşimin olmadığı dönemlerde yaz günleri denizden yararlanmak için bölgeye gelenlere bir bakkal dükkânı açıldığını görenler,
burada iş yapılmayacağını düşünerek bakkala “şaşkın bakkal” yakıştırması yaptılar.
Bundan sonra da semt Şaşkınbakkal olarak anılmaya başlandı.
Sütlüce:
Bugün Sütlüce semtinin olduğu yerde Süt Menbat isimli bir Rum köyü vardı.Köyün bir köşesindeki bakır bir kadın heykelinin memelerinden su akar; bu suyun, kadınların sütünü çoğalttığına inanılırdı. Bundan dolayı semt,Sütlüce olarak anılır oldu.
Tahtakale:
Sözlük anlamı ‘kale altı’ olan Taht-el-kale’nin bozulmasıyla Tahtakale’ye
dönüşen semtin, Mercan ya da Beyazıt dolaylarındaki eski sur benzeri yapının aşağı kotunda yer aldığı için bu ismi aldığı tahmin ediliyor.
.Taksim:
Osmanlı zamanında sucuların; suyu, halka taksim ettikleri yer, Taksim olarak anılmaya başlandı.
Teşvikiye:
Sultan Abdülmecit’in bir mahalle kurulması için teşvikte bulunduğu semtin
adı Teşvikiye olarak kaldı. Bu durumu, Harbiye Karakolu ile Rumeli ve
Valikonağı Caddelerinin kesiştiği kavşakta bulunan iki taş belgeliyor.
Unkapanı:
Bazı satış yerlerinde Arapça’da ‘Kabban’ adını taşıyan büyük teraziler
bulunduğundan, buraları Kapan adını taşırdı. Sahiline buğday ve arpa yüklü gemiler demirlediğinden, semt bu adı aldı.
Üsküdar:
Bizans devrinde, Skutari denilen asker kışlaları, şehrin bu yakasında yer
aldığı için semt Skutarion diye anılıyordu. Bu isim zamanla Üsküdar’a
dönüştü.
Veliefendi:
Hipodrom bir zamanlar Şeyhülislam Veli Efendi’nin sahibi olduğu topraklar
üzerinde kurulduğundan semtin adı Veli Efendi’yle anılıyor.
9 Dilde İstanbul
Grekçe: Vizantion
Latince: Bizantium, Antoninya, Alma Roma, Nova Roma
Rumca: Konstantinopolis, Istinpolin, Megali Polis, Kalipolis
Slavca: Çargrad, Konstantingrad
Vikingce: Miklagord
Ermenice: Vizant, Stimbol, Esdambol, Eskomboli
Arapça : Bizantiya, el-Mahsura, Kustantina el-uzma
Selçuklular Zamanında:
Konstantiniyye, Mahrusa-i Konstantiniyye, Stambul
Osmanlıcada:
Dersaadet, Deraliyye, Mahrusa-i Saltanat, Istanbul, Islambol,Darü’s-saltanat-ı Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü’l-Hilafetü’l Aliye,
Payitaht-ı Saltanat, Dergâh-ı Mualla, Südde-i Saadet
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
Mumcu Sabit Efendi,
atadan gördüğü mesleği dükkânında devam ettiriyordu.
Akşam olunca her zamanki gibi dükkânını kapayıp evine doğru yollandı. Dedesi mum kralı idi. Babası kendisinden daha zengindi. Sabit efendi ise şimdi fakir. Çünkü elektrik, havagazı, petrol kullanımı arttıkça Sabit Efendi’nin mum satışları azaldıkça azaldı.
Sabit efendi dükkândan çıktıktan sonra farelerin dükkândaki cümbüşü başladı. Fareler bir yandan oynaşmaya diğer yandan mumları kemirmeye devam ettiler. Bekçi Sarman gelince çil yavrusu gibi dağılmak zorunda kaldılar.
Bunların içinden genç bir fare komşu duvarını aşarak yürüdü, yürüdü nihayet elektrik dairesine girdi . Her taraf kablolarla doluydu. Başladı kemirmeye. Kemirdikçe hoşuna gitti, hoşuna gittikçe daha çok kemirdi. Birden bire Beyazıt’tan Fatih’e kadar her yerin elektriği kesildi. Bir Ramazan gecesiydi. Herkes “mum, mum! diyerek sokağa fırladı. Mum bir anda büyük bir çölde bir bardak su gibi kıymetlendi. Sabit efendiyi evinden çağırdılar. Dükkanının önünde uzun kuyruklar oluştu. Dükkânda on senedir satılmayan mumlar, yarım saatte tükendi. Sabit efendinin keyifine diyecek yoktu. “Garip kuşun yuvasını Allah yapar.” diye söylendi ve akşam üstü dükkânı kaparken unuttuğu fare kapanını kurdu, kepenkleri indirip gitti.
Sabahleyin, dükkanı açtığında o genç fareyi, ağazında kablo ve kauçuk kırıntıları dolu olarak kapana yakalanmış buldu. “Bir düşmandan kurtuldum.” diye sevindi.
Kıssadan hisse:
Şu dünyada nice insan tanırım ki, bu mumcunun faresi gibidir.
atadan gördüğü mesleği dükkânında devam ettiriyordu.
Akşam olunca her zamanki gibi dükkânını kapayıp evine doğru yollandı. Dedesi mum kralı idi. Babası kendisinden daha zengindi. Sabit efendi ise şimdi fakir. Çünkü elektrik, havagazı, petrol kullanımı arttıkça Sabit Efendi’nin mum satışları azaldıkça azaldı.
Sabit efendi dükkândan çıktıktan sonra farelerin dükkândaki cümbüşü başladı. Fareler bir yandan oynaşmaya diğer yandan mumları kemirmeye devam ettiler. Bekçi Sarman gelince çil yavrusu gibi dağılmak zorunda kaldılar.
Bunların içinden genç bir fare komşu duvarını aşarak yürüdü, yürüdü nihayet elektrik dairesine girdi . Her taraf kablolarla doluydu. Başladı kemirmeye. Kemirdikçe hoşuna gitti, hoşuna gittikçe daha çok kemirdi. Birden bire Beyazıt’tan Fatih’e kadar her yerin elektriği kesildi. Bir Ramazan gecesiydi. Herkes “mum, mum! diyerek sokağa fırladı. Mum bir anda büyük bir çölde bir bardak su gibi kıymetlendi. Sabit efendiyi evinden çağırdılar. Dükkanının önünde uzun kuyruklar oluştu. Dükkânda on senedir satılmayan mumlar, yarım saatte tükendi. Sabit efendinin keyifine diyecek yoktu. “Garip kuşun yuvasını Allah yapar.” diye söylendi ve akşam üstü dükkânı kaparken unuttuğu fare kapanını kurdu, kepenkleri indirip gitti.
Sabahleyin, dükkanı açtığında o genç fareyi, ağazında kablo ve kauçuk kırıntıları dolu olarak kapana yakalanmış buldu. “Bir düşmandan kurtuldum.” diye sevindi.
Kıssadan hisse:
Şu dünyada nice insan tanırım ki, bu mumcunun faresi gibidir.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
.Kurtuluş Savaşı’nda eli silah tutanların cephede olduğu sıralarda İnebolu’ya çıkarılan silah ve cephanelerin Kastamonu üzerinden Ankara’ya ulaştırılmasında yaşlı erkeklerle kadınların da insanüstü çalışmaları olmuş, tarihe geçmişlerdir. Bu tarihe geçen kadınlarımızdan biri de Seydilerli Şehit Şerife Bacı’dır. Şerife Bacı 1921 yılının çetin kış şartlarının hüküm sürdüğü Aralık ayında sırtında çocuğu, önünde kağnısı ile İnebolu’dan Kastamonu’ya cephane taşırken, Kastamonu Kışlası önüne kadar gelmiş, mermileri ve çocuğunu korumak uğruna donarak şehit olmuştur.
Şehit Şerife Bacı Anıtı
İnebolu sahilinde Kastamonu yolunun başladığı yerde arnavut kaldırımı döşeli bir parkın içindeki Şehit Şerife Bacı Anıtı bulunmaktadır. Anıtın plaketinde “Bu anıt İstiklal Savaşı şehitlerinden Şerife Bacı’nın anısını Cumhuriyet çocuklarına anlatmak için Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman tarafından armağan edilmiştir. 4 Aralık 2001” yazılıdır. Şehit Şerife Bacı adı Kastamonu’da Seydiler’de, İnebolu’da Kurtuluş Savaşı’nın kadın kahramanlarını simgeliyor.
SEHİT ŞERİFE BACI
İşte Şerife gelin bu köylü ve 21 yaşında. O’nu 16 yaşında evlendirmişlerdi. Düğünden iki ay sonra Harbi Umumi patlak verdi. Kocasını askere aldılar. 6 ay sonra da Çanakkale’den kocasının ölüm tezkeresi geldi. Kimsesizdi, hiçbir geliri yoktu. “Bu tazeliğiyle yapayalnız durması yakışık almaz” diyen köyün yaşlıları, onu sakata ayrılmış bir asker gazisi olan Topal Yusuf ile evlendirdiler.
Üç yıl sonra Şerife Gelin’in bir kızı oldu. Küçük kıza Elif adını koydular. Elif anasını emiyor, emdikçe Şerife Gelinin sütü artıyordu. Bunu fırsat bilen komşular, o günlerin salgın hastalıkları yüzünden anası ölen, yetim kalan, süt ememeyen hangi çocuk varsa, Şerife Gelin’e getiriyorlar; Köyün yetimlerini hep O emziriyordu. Belki de bunlar çile günlerinin tabii bir yansıması idi. Sonuç olarak bu köyde yetimlerin tamamı süt kardeşi, Şerife Gelin de süt anası olmuştu… Evdeki işlerle birlikte dışarı işlerini de Şerife gelin yapardı. Öküzlerle çift sürmek, merkeple dağdan odun getirmek, orakla ekin biçmek, döğen sürmek hepsi hepsi Şerife Gelin’i gözlüyordu. Kocası Topal Yusuf’un sadece adı vardı. Savaşta sol bacağı kopmuş, yakınında patlayan bomba bir gözünü kör etmişti… Kulaklarının duyması ise günden güne ağırlaşıyordu. Bu haliyle O’nun iş yapması zaten mümkün değildi. Günlük işlerini ve hizmetini de Şerife Gelin yapıyordu.
Çile demet demet, hicran gökleri tutmuş, gözyaşı diz boyu olmuş akıyordu. Nice şehit anaları oğlunun acı haberiyle ciğerini dağlarken nice gelinler hayata küsmüş, nice umutlar baharında solmuştu. Açlık, yokluk, perişanlık kol geziyordu. İnsanlar saadeti sadece ölümün kollarında açan bir çiçek sanır hale gelmişlerdi. Artık gözler taa uzaklara, umutlarsa bir başka bahara kalmış gibiydi.
Bir akşam üzeri köyde tellal bağırıyordu.
“– Eyyyyy ahali! Duyduk duymadık demeyin. Cuma günü her haneden bir kağnı, İnebolu’ya yük taşımak üzere gidecektir”… Aynı tellal bir daha, bir daha olmak üzere 3 sefer bağırdı. Bu, konunun önemini vurgulamak içindi. Üç sefer aynı şeyin bağrıldığı pek vaki değildi. Demek ki bu konu olağanüstü bir önem arzediyordu.
Herhangi bir sebeple tellal bağırmışsa, o akşam konunun görüşülmesi için köy odasında toplantı yapılırdı. Bunu herkes bildiğinden, toplantı için ayrıca duyuru yapılmamıştı. Akşam yapılan toplantıda Muhtar şu açıklamayı yaptı:
– Ankara’da açılan yeni Meclis ve kurulan hükümet, Anadolu’ya saldıran Yunan askerine son darbeyi vurabilmek için kış boyunca hazırlık yapıyormuş. Kulakları çınlasın iki ay kadar önce köyümüze gelen M. Âkif, camimizde verdiği vaazda:
– “Bir milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze bir görev düşerse, yerine getirmekte aslâ tereddüt etmeyiniz. Vatana sahiplenmek için gerekirse herbirimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim,” demişti. Komşular! Sizin anlayacağınız, deniz yoluyla İnebolu’ya getirilen cephane ve top mermilerinin cepheye taşınması için bütün çevre köylere görev verilmiş. Adına ister imece, ister salma, ister başka birşey deyiniz; taşıma işi muhakkak halledilecekmiş. Bizim köyün taşıma sırası Cuma günü olarak bildirildi. O gün, İnebolu’dan 80 kağnı cephane yüklenerek Kastamonu’ya doğru yola çıkmamız gerekiyor. Herkes hazırlığını buna göre yapsın. Muhtar, bir de liste hazırlamıştı. Listeyi baştan sona okudu. Sonra da:
– Burada olanlar olmayanlara haber versin, dedi.
Herkes birbirinin yüzüne “Burada kimler yok?” der gibi baktı… Toplantıda sekiz isim yoktu. Bunlar adına da zaten kadın veya çocuk yaşta gençler gidecekti. O akşam köy bekçisi sekiz kişinin evini dolaşıp yola ne zaman ve nasıl çıkılacağını bildirdi. Her evden bir kağnı duyurunun yapıldığı şekilde Cuma günü vardı. Şerife Gelin de bunlar içerisinde idi.
Tarih, 1921 yılının son günleriydi. Birdenbire bastıran kar yolları kaplamıştı. Sıra ile cephaneler yüklendi. Yüklemesi yapılan kağnı yola çıkıyordu. Şerife Gelin, köyde bakacak kimsesi olmadığı için Elif’i yanına almıştı. Şerife Gelin’in kağnısına top mermileri yüklendi, yol verildi… Şerife Gelin, İnebolu çıkışında kağnıyı durdurdu. Oraya kadar sırtında taşıdığı kızı Elif için top mermilerinin arasında bir yer ayarladı. Tek korunma aracı yün yorganını da top mermilerini ve kızını yağıştan korusun diye, kağnı üzerine örttü. Sonra tekrar kağnı başına geçip “Bismillah” diyerek öküzleri çekmeye başladı. Bu görevi onlarca köy, binlerce kağnı yaptığı için yol güvenliği konusunda bir sorun yoktu. Soğuğa karşı korunaklı oldun mu tamam! Hele hele öküzlerin iyi ise, işin kolay! Şerife Gelin, öküzleri çekiyor, kar ise yağıyor, yağıyordu. Kağnı tekerleri karla karışık çamurlu yollarda makamsız bir gıcırtının zevksizliğiyle ilerliyordu. Şerife Gelin’in bir korkusu vardı; kendinden bile sakladığı bir korku. Kalbinde kocaman bir çıban, çaresiz bir dertti bu… Ama onu hatırlamak istemiyor; azimle, hırsla kağnı arabasının önünden tüm engelleri delercesine yürüyordu. İçten içe duâ etmeyi de ihmal etmiyordu. Bu halde epeyce yol aldıktan sonra kağnı birden durdu. Şerife Gelinin yüreciğindeki yara deşilmişti. Evet kara öküz yürümüyordu. Bu her zamanki huyu idi. Zorlamaya, yüke hiç gelemezdi. Şerife Gelin yuları asıldı. Hayır! Gelmiyordu. Öküzün ardına geçip gâh! dedi. Üvendire ile dürttü. Kara öküz biraz yürüyüp tekrar durdu. Bir saat kadar önce yağan kar durmuş, hava soğumaya başlamıştı.
Şerife Gelin:
– Kurbanın olayım kara tosun, beni perişan etme. Arabam top mermisi dolu; Cepheye yetişmesi lazım. Haydi n’olur yürü. Haydi n’olur. Kara öküz az daha yürüyüp boynunu eğdi, eğdi. Sonra olduğu yere gürpüden çöküverdi.
Şerife gelin:
– Eyvahhh! Ne yapacağım ben şimdi, diyerek tekrar kara öküzün yanına vardı. Yalvarırcasına başını okşadı. Gözlerinden öptü, titreyen sesiyle:
– Haydi kara tosunum. N’olur yatma kalk. Boyunduruğa ben de koşulayım. Yeter ki sen yatma. Kara öküz nice zorlamayla yerinden kalktı. Boyunduruğu kaldıramaz gibi boynunu yere eğiyordu. Bereket öbür eşi sarı öküz güçlü idi; zaten kağnı buraya kadar onun sayesinde gelebilmişti. Şerife Gelin, öküzlerin yularını arabanın okuna taktı. Sonra kara öküz tarafına geçip eğik boyunduruğa öyle bir yüklendi ki, göğsünden bütün vücudunu kaplayan bir ıslaklığın yayıldığını fark etmedi bile.
Kaç defa kara öküz yatmış, kaç defa boyunduruğu Şerife gelin göğüslemiş, bunların artık sayısını unutmuştu… Ne kadar yol aldığını ise hiç bilmiyordu. Şerife Gelin’in karnı açtı. Lâkin açlığı dert etmiyordu. Biricik Elif’i aklına geldi. Tabii ki O’nun da karnı zil çalıyordu. “Elif’imi azıcık emzirebilseydim” dedi. Ama Elif uyuyordu; zaten uyansa da bu soğuk havada çocuk emzirilmezdi. Kendi kendine: “Elif uyanmadan Kastamonu’ya varabilseydim bari”, dedi. Böyle söylenirken, içindeki bir ses karşı dağdan yankılanırcasına gürledi:
– Ya sonra? Şerife Gelin şaşırdı birden. Etrafına bakındı, kimsecikler yoktu. Bu gizli ses ile cedelleşmeye başladı:
– Sonrasına Allah kerim.
Meçhul ses:
– Âmennâ! dedi, önce. Sonra da Şerife Gelin’in belki de çaresizlikten hep görmezlikten geldiği bir gizli derdi ham bir çıbana iğne sokup patlatır gibi deşiverdi:
– Peki Ilgaz Dağı’nı nasıl tırmanacaksın? Bu kara öküzle, bu kağnı oradan çıkar mı?
– Çıkarrrrrrr, diye bağırdı Şerife Gelin; gerçi yüküm Kastamonu’ya kadar ama bu araba Ilgaz dağını da çıkar, Ankara’ya da varır… Cepheye de… Şerife Gelin’in göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Soğuktan donmak üzere olan elleri şimdi sinirinden titriyor, iki de bir üvendireyi elinden yere düşürüyordu. Ilgaz Dağı’nı geçilmez, aşılmaz diyen kimdi? Az önce kendisiyle cedelleşen sesi, sesin sahibini aradı. Hiddetinden dudaklarını kemiriyor, elindeki üvendireyi gart! gurt! diye kürtün öbeklerine saplayıp saplayıp çıkarıyordu. Kendini korkutmaya, caydırmaya, azmini kırmaya çalışan bu sese hınçla bağırdı:
Heyyy! Bre çılgın ses! Hey bre meçhul korkak! Karınca fıkrasını duymadın mı? Derler ki karınca İstanbul’dan yola çıkmış, mübarek beldeleri görmek ister. Sormuşlar:
– “Nereye gidiyorsun?
– Hacca gidiyorum.
– Sen bu cılız gövdenle, bu çöp bacaklarınla, İstanbul’dan Hicaz’a kadar nasıl gidersin?
– Varamazsam hiç olmazsa yolunda ölürüm ya”, demiş. Ben de öyle… varamazsam yolunda ölürüm. Lâkin bu mermiler yollarda kalmaz, bıraktığımız yerden birileri yüklenir ve cepheye mutlaka ulaştırır. Şerife Gelin böyle söylese de, çok iyi bildiği Ilgaz Dağı’nı ve onunla geçen hatıralarını sisli puslu camdan bakar gibi bir süre seyre daldı. Bu seyir, ne durup bakmaya, ne bakıp görmeye benziyordu. Bir hissedişti bu; bir duyuş, bir anlayış… Çookkk uzaklardan gelen, fırtınaya binmiş, dağlarda yankılanan, tepelerde savrulan bir ses; kimbilir belki de Şerife Gelin’in duymak istediği, yahut istemeden duyduğu bir ses… Ilgaz Dağı için, oranın kendi has evladına bakınız, neler fısıldıyordu:
– Ilgaz Dağı, çilenin harman olduğu yer. Ilgaz Dağı; yetimleri, dulları, kimsesizleri ağlatan mekân; gözyaşını kaynağında donduran fırtına seli. Ilgaz Dağı; ümitleri söndüren, hayalleri sükûta erdiren bir hengame…
Nice garibanın çıplak ayakla yürüdüğü bayır. Vardıkça dikleşen, çıktıkça yokuşa vuran yollar… ve içinizdeki aşka, merhamete, sevgiye inat acımasızlaşan dağ… Eşkıyalara taş çıkartan kurt sürüleri. Karıyla kışıyla, geçit vermeyen engebeleriyle, Ilgaz Dağı bir muamma… Kağnıdaki küçük Elif’in ağlaması duyuldu birden. Hıçkırıklara karışan bu feryat, Şerife Gelin’in beynini zonklattı. Yavaş giden kağnıyı durdurmadan düşe kalka telaşla arabanın ardına koştu. Yorganı açıp baktı; Elif kızın sesini duyuyor, kendini göremiyordu. Gözlerini yuvasından patlatırcasına açıp bir daha baktı. Elini uzatıp ot kurularını karıştırdı:
– Yavrum! Elif’im, diye bağırdı.
Zavallı yavrucak otların arasındaydı. Boğuk boğuk ağlıyor, hıçkırıyor, kendini yırtıyordu âdeta. Soğuk, dondurucu bir hal aldığı için yorganı Elif kızın ve top mermilerinin üstüne iyice sıkıştırdı. Şerife Gelin’in esas korkusu, top mermilerinin göçüp kaymasıydı. Bu halde zaten Elif kız ezilir yamyassı bir et parçasından farksız hale gelirdi. Tekrar aceleyle arabanın önüne koşup, öküzleri çekmeye başladı. Nice öne geçenler uzaklaşıp görülmez olmuş, nice arkada kalanlar Şerife Gelin’e yetişmiş, geçip gitmişlerdi. Kimse kendisine zimmetlenen cephaneyi yerine teslim etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Şerife Gelin’in çektiği kağnı tekrar durdu. Kara öküz yine yürümüyor, başını geri geri asılıyordu. Şerife Gelin, iyice üşümüş ağzından burnundan gelen salyalar birbirine karışmıştı. Çene kemikleri birbirine vuruyordu. Kağnının kara öküz tarafına geçerek “yazıklar olsun sana; çekil boyunduruktan, çekil de ben koşulayım” dercesine bir süre baktı. Gözleri kısılmıştı. Bütün vücut azaları titriyordu. Hiddetinden dolayı üvendireyi kaldırdı, kaldırdı; sonra da arka üstü kardan adam gibi göçüverdi.
Şerife Gelin, donmakta olduğunu işte o anda farketti. Yıkıldığı kar içerisinden çabalayarak kalktıktan sonra, yine zor bela kağnı arabasının üzerine çıkabildi. Elleri ve ayakları donma noktasına geldiği için kağnıya binerken kaç defa kayıp yere düştüğünün sayısını bilemiyordu. Şerife Gelin, bindiği kağnıdan öküzlere kısık sesiyle ve belki de son defa “gah!” dedi. Sesi yavaş yavaş kayboluyordu. Elif çatlayacak gibi ağlarken, Şerife gelinin kolu kanadı âdeta robotlaşıyordu. Kağnı serseri bir mayın gibi, şehrin dışındaki Kastamonu kışlasının yakınına kadar gelip orada durdu.
Kar dinmişti; Elif ağlıyordu. Anlaşılan, bütün kuşlar Elif’in yasına, onun feryadını dinleyenlere iştirak ediyorlardı. İşte bu yüzden bu akşam, cümle kuşlar suskun, güvercinler sanki taş kesilmiş; sığırcıklarsa hıçkırmadan son damla gözyaşlarını içlerine akıtıyorlardı. Besbelli ki öyle; öyle olduğu için de sükût, bu mahalle matem gibi siyah otağını kurmuştu.
Bu kimsesiz kağnının yanına giden görevliler karşılaştıkları acıklı manzarayı şöyle not ettiler:
“Kağnı üzerinde soğuktan donan bir kadının cesedi vardı. Donmuş kadının cesedini arabadan indirirken, yorganın altında ağlayan bir çocuk sesi işittik… Top mermilerinin arasında, otlara sarılı eski çulların içinde bir kız çocuğu ağlamaktan bitkin hale gelmiş, boğuk ve kısılan sesinin sanki son feryadını ediyordu.
Hepimizin ortak kanaati şu oldu; Bu Türk anası, evladını ve top mermilerini korumak için kendini feda etmiştir.”
Grup vaktinin kar üzerindeki yansıması, bu kağnının yanına gelenlerin yanaklarından süzülen damlacıkları çiğdem rengine boyamıştı. Batan Güneş ise, Şerifeler, Elifler, Zeynepler ve kardelenler için yeniden doğmak üzere, kızıllığını saklarcasına karanlığın göğsünde yavaş yavaş kayboluyordu.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
TKastamonu’da doğan, anne-babasının “kızım gitme” şeklinde yalvarışlarını dinlemeden mücadeleye katılan Halime Çavuş, uzun yıllar Halim Çavuş zannedildi. Kurtuluş Savaşı’na giderken erkek kılığına girdi, erkek gibi traş oldu, saçını kazıttı ve kimseye kadın olduğunu söylemeden Türk askerinin arasına karıştı.Mühimmat taşımada birçok görev yaptı. Bir Düşmanın açtığı ateş sonucu bir ayağı sakat kaldı.Bir keresinde İnebolu’dan cepheye cephane taşırken Mustafa Kemal Paşa’ya rastladı. Ancak rastladığı kişinin O olduğunu bilmiyordu Mustafa Kemal Paşa “Sen üşüyor musun böyle?” diye sordu. “Bey, 100 bin kişi kurtulacak. Ben öleceğim de ne olacak?” dedi. Paşa kafa kağıdını istedi. Verdi. “Sen kız mısın?” “Evet.”
Gün geldi savaş bitti, ancak o ne asker üniformasını çıkardı ne de her sabah traş olmaktan vazgeçti. Savaş sonrası Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrıldı. Ailesi önce korktu, Paşa Halime’yi neden çağırıyordu ki? “Gitme” dediler,o yine dinlemedi …Kapıda yavere “Paşa hangisi bilmiyorum” dedi. Yaverin “soldaki ” demesiyle koşup elini öptü. O’nun “ Seni yollamıyorum, bizim kızımız ol” önerisine “Annem babam beni bekler” şeklinde cevap veren Halime Çavuş, “Ben ana-babaya itiatli evlada saygı duyarım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından çeşitli hediyeler verilerek tekrar evine yollandı ve kendisine maaş da bağlandı.75 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Erkek kılığında savaşan Halime Çavuş
Savaşa katıldığında içindeki vatan aşkıyla erkek kılığına girerek cepheye giden Halime Çavuş`un öyküsü.
Kurtuluş Savaşı`nda, erkek kılığına girerek, İnebolu`dan cepheye mühimmatın taşındığı yardım kolunda görev yapan, Yunan gemilerinin İnebolu`yu bombaladığı sırada şarapnel parçalarıyla bacağından yaralanarak ordudan ayrılan Halime Çavuş`un hatırasını, manevi kızı ve torunu yaşatıyor.
Halime Çavuş`un, kardeşinin oğlunun eşi olan, `manevi kızı` 65 yaşındaki Şahizer Kocabıyık ve onun kızı 40 yaşındaki Safiye ile 3 çocuğu, tarihe tanıklık eden Kastamonu`nun merkez Duruçay köyündeki evde yaşamını sürdürüyor.
Halime Çavuş`un doğduğu ve son nefesini verdiği ahşap evin bugünkü sakinleri, `Halime Çavuş`la aynı soyadı taşımak bizim için büyük onur` diyor.
Aile, Halime Çavuş`un kahramanlıklarını ve fotoğraflarını, yakın tarihe ilgi duyanlarla paylaşıyor.
-ERKEK KILIĞINDA SAVAŞA KATILDI
Kocabıyık ailesinin anlatımları ve Kastamonu Valiliğince yayımlanan `İnebolu`dan Ankara`ya Atatürk ve İstiklal Yolu` kitabındaki bilgilere göre Halime Kocabıyık, 1898 yılında Kastamonu merkez Duruçay köyünde doğdu. Kurtuluş Savaşı başlarında ailesinin tüm engellemelerine karşı çıkarak savaşa katıldı.
Erkek kılığına girip saçını erkek gibi kestirerek asker kıyafeti giyen ve sakal tıraşı olan Halime Kocabıyık, İnebolu`ndan Ankara ve Sakarya`ya cephane taşıyan yardım kolunda görev aldı.
Cephane taşıma işinde üstlendiği zor görevlerin üstesinden, kadın olmasına rağmen başarıyla gelen Halime Kocabıyık, soğuk bir kış gününde İnebolu`yu denetlemeye gelen Mustafa Kemal Paşa ile karşılaştı.
-MUSTAFA KEMAL PAŞA, KADIN OLDUĞUNU ANLAMADI-
Soğuk hava ve kar yağışına rağmen üzerindeki montu cephanenin üstüne örten Halime Kocabıyık, Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki heyetin dikkatini çekti. Paşa, cepheye taşıdığı mermileri kendi hayatından bile fazla önemseyen bu askeri görünce çok etkilendi ve O`na, `Neden üzerindeki montu mermilerin üzerine örttün, üşümüyor musun?` diye sordu.
.Halime Kocabıyık ise `Benim üşümem hiç önemi değil. Bu cephane yüzlerce
belki de binlerce askerimizi koruyacak` dedi.
Bazı kaynaklara göre ise Kocabıyık, `Bey, 100 bin kişi kurtulacak. Ben
öleceğim de ne olacak?` karşılığını verdi.
Bu cevap üzerine Paşa, Halime Kocabıyık`tan eski tabirle `kafa
kağıdını` yani kimliğini istedi. Kocabıyık`ın `kadın` olduğunu anlayan Mustafa
Kemal Paşa, yaverine, Kocabıyık`la ilgili tüm bilgileri not aldırarak Ankara`ya döndü.
-YUNAN SAVAŞ GEMİLERİ İNEBOLU`YU BOMBALAYINCA-
Görevine kaldığı yerden devam eden ve savaşta bulunduğu süre içerisinde
gösterdiği insan üstü başarılarla büyük takdir toplayan Halime Kocabıyık, 9
Haziran 1921 tarihinde Yunan savaş gemileri Kılkış ve Averof`un İnebolu`yu
bombaladığı sırada şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak ordudan ayrıldı.
-ÇANKAYA KÖŞKÜ`NDE 15 GÜN MİSAFİR OLDU-
Kurtuluş Savaşı sonunda Gazi Mustafa Kemal tarafından Ankara`ya çağrılan
Halime Kocabıyık, Çankaya Köşkü`nde 15 gün misafir edildi. Kendisine Latife Hanım gereken misafirperverliği gösterdi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa`nın kendisiyle çok ilgilendiğini her fırsatta
dile getiren Halime Kocabıyık`a, Çankaya Köşkü`nde düzenlenen törenle İstiklal Madalyası ve `Çavuş` rütbesi verildi.
Atatürk`ün verdiği emirle ölene kadar maaşa bağlanan Halime Çavuş,
`Benim geride kalan bir ailem var diyerek` Çankaya Köşkü`nden ayrıldı ve
Kastamonu`ya döndü.
-`EVİMİZE SÜREKLİ ÜST RÜTBELİ ASKERLER GELİRDİ`-
Kendisini milletine ve vatanına adayan Halime Çavuş, hiç evlenmedi ve
kardeşi Hasan Kocabıyık`ın oğlu 13 yaşındaki Sadık Kocabıyık`ı evlat edinerek büyüttü.
Hayatının son 6 yılını doğum yeri Kastamonu`nun Duruçay köyündeki evinde
yatalak olarak geçiren Halime Çavuş, 20 Şubat 1976 tarihinde vefat etti. Evlat edindiği Sadık Kocabıyık ise 2004`te öldü. Bugün, evlatlığının 65 yaşındaki eşi Şahizer Kocabıyık (65), onun kızı 40 yaşındaki Safiye Kocabıyık ve 3 çocuğu, Halime Çavuş`un doğup vefat ettiği evde yaşamını sürdürüyor.
.Halime Çavuş`un hatırasını yaşatmaya çalıştıklarını belirten Şahizer
Kocabıyık, AA muhabirine yaptığı açıklamada, `Ben onun manevi kızıyım. Kızım da manevi torunu` dedi.
Son 6 yılında hiç yanından ayrılmadığı Halime Çavuş`u uzun süre sırtında
taşıdığını anlatan Kocabıyık, şöyle konuştu:
`Halime Çavuş, bizim gurur duyduğumuz bir aile büyüğümüzdür. Bizi çok
severdi. Kendisiyle ilgili fazla bir şey anlatmazdı. Savaşta gösterdiği
kahramanlıktan dolayı evimize sürekli üst rütbeli askerler gelirdi. Onlarla uzun
uzun konuşurdu. Bacağından sakat olduğu için onu sırtımda gezdirir dışarıya
çıkarırdım. Savaş yıllarına dair fazla bir şey anlatmadı, ama evimize gelen
komutanlarla konuşurken dinlerdik. Onlara o yıllarda yaşadıkları zorlukları,
sefaleti anlatırdı. Onu en çok etkileyen şey ise Atatürk`le tanıştığı ve
Ankara`da Atatürk`ün misafiri olduğu günlerdi.`
-`SÜREKLİ SAKAL TIRAŞI OLURDU`-
Savaşa katıldığı dönemlerde içindeki vatan sevgisi ile erkek kılığına
girerek cepheye gözü kapalı giden Halime Çavuş`un, savaş sonrasında evdeki hayatında da sürekli sakal tıraşı olduğunu anlatan Şahizer Kocabıyık, `Savaşın ilk yıllarından beri bir erkek gibi yaşamaya ve onlar gibi davranmaya çok alışmıştı. Üzerinden ceketini ve pantolonunu hiç çıkarmazdı. Her sabah sakal tıraşı olurdu. Hiç sakalı yoktu, ama yine de sakal tıraşı olmayı hiç ihmal
etmezdi` dedi.
-`BİZİMLE KİMSE İLGİLENMİYOR`-
Halime Çavuş`un hayatta olduğu yıllarda kendileriyle devlet ve askeri
erkanın sürekli ilgilendiğini belirten Şahizer Kocabıyık, `Halime Çavuş
başımızdayken gelenimiz gidenimiz çok olurdu. O öldükten sonra kimse bizi arayıp sormadı. Asgari ücretle çalışan bir kızım ve bu tek maaşla okumaya çalışan 3 torunum var. Devletten yardım bekliyoruz. Torunlarımın okumalarına yardım istiyoruz` diye konuştu.
-`KEŞKE BACAĞIM İYİ OLSA DA TEKRAR CEPHEYE KOŞSAM`-
`Manevi torun` Safiye Kocabıyık ise Halime Çavuş`un vefatı sırasında
ilkokul 1. sınıfa başladığını belirterek, şöyle dedi:
`Gösterdiği kahramanlıklarla neredeyse herkes tarafından tanınan Halime
Çavuş`un torunu olmaktan gurur duyuyorum. Onu kaybettiğimizde ben çok küçüktüm.
Geçmişine dair fazla bir şey hatırlamıyorum, ama evimize gelen askeri
misafirlerle konuşmalarını hatırlıyorum. Yatalak olarak yanımızda olduğu son
günlerinde eve sürekli devlet büyükleri ve üst düzey komutanlar gelirdi. Onlara Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşadıkları zorlukları anlatırdı. İlerlemiş yaşına rağmen `Keşke bacağım iyi olsa da istedikleri zaman tekrar cepheye koşsam` dediğini çok iyi hatırlıyorum. Özellikle Atatürk`le tanışmasını anlatırdı gelen misafirlere. Latife Hanım ile sohbetlerini ve Ankara`da Atatürk`le birlikte geçirdiği günleri anlatırdı. Yalnızken bizimle fazla konuşmazdı. Bacağı sakat olduğu için annem onu sürekli sırtına alır gezdirirdi. Onun tek mutluluğu buydu zaten. Savaşta ayağına gelen şarapnel parçası nedeniyle sakat kalan bacağına bakıp sürekli ah çekerdi.`
Safiye Kocabıyık, Halime Çavuş`un soyadını devam ettirmekten dolayı gurur
duyduklarını sözlerine ekledi.
Gün geldi savaş bitti, ancak o ne asker üniformasını çıkardı ne de her sabah traş olmaktan vazgeçti. Savaş sonrası Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrıldı. Ailesi önce korktu, Paşa Halime’yi neden çağırıyordu ki? “Gitme” dediler,o yine dinlemedi …Kapıda yavere “Paşa hangisi bilmiyorum” dedi. Yaverin “soldaki ” demesiyle koşup elini öptü. O’nun “ Seni yollamıyorum, bizim kızımız ol” önerisine “Annem babam beni bekler” şeklinde cevap veren Halime Çavuş, “Ben ana-babaya itiatli evlada saygı duyarım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından çeşitli hediyeler verilerek tekrar evine yollandı ve kendisine maaş da bağlandı.75 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Erkek kılığında savaşan Halime Çavuş
Savaşa katıldığında içindeki vatan aşkıyla erkek kılığına girerek cepheye giden Halime Çavuş`un öyküsü.
Kurtuluş Savaşı`nda, erkek kılığına girerek, İnebolu`dan cepheye mühimmatın taşındığı yardım kolunda görev yapan, Yunan gemilerinin İnebolu`yu bombaladığı sırada şarapnel parçalarıyla bacağından yaralanarak ordudan ayrılan Halime Çavuş`un hatırasını, manevi kızı ve torunu yaşatıyor.
Halime Çavuş`un, kardeşinin oğlunun eşi olan, `manevi kızı` 65 yaşındaki Şahizer Kocabıyık ve onun kızı 40 yaşındaki Safiye ile 3 çocuğu, tarihe tanıklık eden Kastamonu`nun merkez Duruçay köyündeki evde yaşamını sürdürüyor.
Halime Çavuş`un doğduğu ve son nefesini verdiği ahşap evin bugünkü sakinleri, `Halime Çavuş`la aynı soyadı taşımak bizim için büyük onur` diyor.
Aile, Halime Çavuş`un kahramanlıklarını ve fotoğraflarını, yakın tarihe ilgi duyanlarla paylaşıyor.
-ERKEK KILIĞINDA SAVAŞA KATILDI
Kocabıyık ailesinin anlatımları ve Kastamonu Valiliğince yayımlanan `İnebolu`dan Ankara`ya Atatürk ve İstiklal Yolu` kitabındaki bilgilere göre Halime Kocabıyık, 1898 yılında Kastamonu merkez Duruçay köyünde doğdu. Kurtuluş Savaşı başlarında ailesinin tüm engellemelerine karşı çıkarak savaşa katıldı.
Erkek kılığına girip saçını erkek gibi kestirerek asker kıyafeti giyen ve sakal tıraşı olan Halime Kocabıyık, İnebolu`ndan Ankara ve Sakarya`ya cephane taşıyan yardım kolunda görev aldı.
Cephane taşıma işinde üstlendiği zor görevlerin üstesinden, kadın olmasına rağmen başarıyla gelen Halime Kocabıyık, soğuk bir kış gününde İnebolu`yu denetlemeye gelen Mustafa Kemal Paşa ile karşılaştı.
-MUSTAFA KEMAL PAŞA, KADIN OLDUĞUNU ANLAMADI-
Soğuk hava ve kar yağışına rağmen üzerindeki montu cephanenin üstüne örten Halime Kocabıyık, Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki heyetin dikkatini çekti. Paşa, cepheye taşıdığı mermileri kendi hayatından bile fazla önemseyen bu askeri görünce çok etkilendi ve O`na, `Neden üzerindeki montu mermilerin üzerine örttün, üşümüyor musun?` diye sordu.
.Halime Kocabıyık ise `Benim üşümem hiç önemi değil. Bu cephane yüzlerce
belki de binlerce askerimizi koruyacak` dedi.
Bazı kaynaklara göre ise Kocabıyık, `Bey, 100 bin kişi kurtulacak. Ben
öleceğim de ne olacak?` karşılığını verdi.
Bu cevap üzerine Paşa, Halime Kocabıyık`tan eski tabirle `kafa
kağıdını` yani kimliğini istedi. Kocabıyık`ın `kadın` olduğunu anlayan Mustafa
Kemal Paşa, yaverine, Kocabıyık`la ilgili tüm bilgileri not aldırarak Ankara`ya döndü.
-YUNAN SAVAŞ GEMİLERİ İNEBOLU`YU BOMBALAYINCA-
Görevine kaldığı yerden devam eden ve savaşta bulunduğu süre içerisinde
gösterdiği insan üstü başarılarla büyük takdir toplayan Halime Kocabıyık, 9
Haziran 1921 tarihinde Yunan savaş gemileri Kılkış ve Averof`un İnebolu`yu
bombaladığı sırada şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak ordudan ayrıldı.
-ÇANKAYA KÖŞKÜ`NDE 15 GÜN MİSAFİR OLDU-
Kurtuluş Savaşı sonunda Gazi Mustafa Kemal tarafından Ankara`ya çağrılan
Halime Kocabıyık, Çankaya Köşkü`nde 15 gün misafir edildi. Kendisine Latife Hanım gereken misafirperverliği gösterdi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa`nın kendisiyle çok ilgilendiğini her fırsatta
dile getiren Halime Kocabıyık`a, Çankaya Köşkü`nde düzenlenen törenle İstiklal Madalyası ve `Çavuş` rütbesi verildi.
Atatürk`ün verdiği emirle ölene kadar maaşa bağlanan Halime Çavuş,
`Benim geride kalan bir ailem var diyerek` Çankaya Köşkü`nden ayrıldı ve
Kastamonu`ya döndü.
-`EVİMİZE SÜREKLİ ÜST RÜTBELİ ASKERLER GELİRDİ`-
Kendisini milletine ve vatanına adayan Halime Çavuş, hiç evlenmedi ve
kardeşi Hasan Kocabıyık`ın oğlu 13 yaşındaki Sadık Kocabıyık`ı evlat edinerek büyüttü.
Hayatının son 6 yılını doğum yeri Kastamonu`nun Duruçay köyündeki evinde
yatalak olarak geçiren Halime Çavuş, 20 Şubat 1976 tarihinde vefat etti. Evlat edindiği Sadık Kocabıyık ise 2004`te öldü. Bugün, evlatlığının 65 yaşındaki eşi Şahizer Kocabıyık (65), onun kızı 40 yaşındaki Safiye Kocabıyık ve 3 çocuğu, Halime Çavuş`un doğup vefat ettiği evde yaşamını sürdürüyor.
.Halime Çavuş`un hatırasını yaşatmaya çalıştıklarını belirten Şahizer
Kocabıyık, AA muhabirine yaptığı açıklamada, `Ben onun manevi kızıyım. Kızım da manevi torunu` dedi.
Son 6 yılında hiç yanından ayrılmadığı Halime Çavuş`u uzun süre sırtında
taşıdığını anlatan Kocabıyık, şöyle konuştu:
`Halime Çavuş, bizim gurur duyduğumuz bir aile büyüğümüzdür. Bizi çok
severdi. Kendisiyle ilgili fazla bir şey anlatmazdı. Savaşta gösterdiği
kahramanlıktan dolayı evimize sürekli üst rütbeli askerler gelirdi. Onlarla uzun
uzun konuşurdu. Bacağından sakat olduğu için onu sırtımda gezdirir dışarıya
çıkarırdım. Savaş yıllarına dair fazla bir şey anlatmadı, ama evimize gelen
komutanlarla konuşurken dinlerdik. Onlara o yıllarda yaşadıkları zorlukları,
sefaleti anlatırdı. Onu en çok etkileyen şey ise Atatürk`le tanıştığı ve
Ankara`da Atatürk`ün misafiri olduğu günlerdi.`
-`SÜREKLİ SAKAL TIRAŞI OLURDU`-
Savaşa katıldığı dönemlerde içindeki vatan sevgisi ile erkek kılığına
girerek cepheye gözü kapalı giden Halime Çavuş`un, savaş sonrasında evdeki hayatında da sürekli sakal tıraşı olduğunu anlatan Şahizer Kocabıyık, `Savaşın ilk yıllarından beri bir erkek gibi yaşamaya ve onlar gibi davranmaya çok alışmıştı. Üzerinden ceketini ve pantolonunu hiç çıkarmazdı. Her sabah sakal tıraşı olurdu. Hiç sakalı yoktu, ama yine de sakal tıraşı olmayı hiç ihmal
etmezdi` dedi.
-`BİZİMLE KİMSE İLGİLENMİYOR`-
Halime Çavuş`un hayatta olduğu yıllarda kendileriyle devlet ve askeri
erkanın sürekli ilgilendiğini belirten Şahizer Kocabıyık, `Halime Çavuş
başımızdayken gelenimiz gidenimiz çok olurdu. O öldükten sonra kimse bizi arayıp sormadı. Asgari ücretle çalışan bir kızım ve bu tek maaşla okumaya çalışan 3 torunum var. Devletten yardım bekliyoruz. Torunlarımın okumalarına yardım istiyoruz` diye konuştu.
-`KEŞKE BACAĞIM İYİ OLSA DA TEKRAR CEPHEYE KOŞSAM`-
`Manevi torun` Safiye Kocabıyık ise Halime Çavuş`un vefatı sırasında
ilkokul 1. sınıfa başladığını belirterek, şöyle dedi:
`Gösterdiği kahramanlıklarla neredeyse herkes tarafından tanınan Halime
Çavuş`un torunu olmaktan gurur duyuyorum. Onu kaybettiğimizde ben çok küçüktüm.
Geçmişine dair fazla bir şey hatırlamıyorum, ama evimize gelen askeri
misafirlerle konuşmalarını hatırlıyorum. Yatalak olarak yanımızda olduğu son
günlerinde eve sürekli devlet büyükleri ve üst düzey komutanlar gelirdi. Onlara Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşadıkları zorlukları anlatırdı. İlerlemiş yaşına rağmen `Keşke bacağım iyi olsa da istedikleri zaman tekrar cepheye koşsam` dediğini çok iyi hatırlıyorum. Özellikle Atatürk`le tanışmasını anlatırdı gelen misafirlere. Latife Hanım ile sohbetlerini ve Ankara`da Atatürk`le birlikte geçirdiği günleri anlatırdı. Yalnızken bizimle fazla konuşmazdı. Bacağı sakat olduğu için annem onu sürekli sırtına alır gezdirirdi. Onun tek mutluluğu buydu zaten. Savaşta ayağına gelen şarapnel parçası nedeniyle sakat kalan bacağına bakıp sürekli ah çekerdi.`
Safiye Kocabıyık, Halime Çavuş`un soyadını devam ettirmekten dolayı gurur
duyduklarını sözlerine ekledi.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
![[Resim: bald-eagle-landing_837.jpg]](https://selcukaytimur.files.wordpress.com/2013/09/bald-eagle-landing_837.jpg)
Affan efendiyi ne zaman tanıdığımı anımsamıyorum. Son yıllarda çok seyrek görüşür durumdayız. Benden yaş olarak çok büyük olmasına karşın Affan efendi vücut yapısı ve sima olarak hemen hiç değişmemiş bir insandır. eh belki biraz küçüldü tabii bedeni ama gene o Affan efendi işte. Sima olarak bizim sinema oyuncularından birisine benzetirim ben onu; hani şu saçı olmayan, pos bıyıklı, yuvarlak sevecen yüzlü bir sinema oyuncumuz var, adı aklıma gelmiyor, dizilerde de arada bir görünür. Güleç yüzlü bir insan. The Closer dizisinin kadın kahramanı Brenda Leigh Johnson’un babasına da benzer, seyredenler anımsayacaktır. Güleç yüzüne karşın otoriter bir yapısı vardı Affan efendinin. Yıllarca sağlam, iri yapılı bedenini ve aydınlık bakışını korumayı becerdi, nasıl yaptıysa artık.
Affan efendiyle yolumuz ben küçücük bir çocuk iken kesişti önce, asker olan rahmetli babamla birlikte sırtında bir küfe sebze ve meyve ile evimize geldiğinde. Mutfağa girip o koca küfeyi sırtından küçük bir paket gibi sıyırıp indirmesini şaşkınlıkla izlerken bana göz kırpmış ve küfeden aldığı kırmızı bir elmayı elleriyle silip uzatmıştı bana: “Al, sana lazım bu”. Elmayı çok severdim. Hala severim. Kitap okurken sürekli elma yediğim için evde elma çok çabuk bittiğinden babam elmayı kasa ile alırdı hep. Bu sefer küfeden çıkmıştı. Küfe yerine yerleştikten sonra annem Affan efendiyi yemek masasına oturtup çorba içirdi, yemek yedirdi. Affan efendinin kaşığı kocaman eliyle kavrayıp çorbayı içişini izledim. Annemle tarhana çorbası üzerine anlamadığım bir sohbete giriştiler. Yemekten sonra da annemin elini öptü “Eline sağlık annne” dedi. Babama döndü ” başka bişey var mı komutan? ” diye sordu. Babam bir paket sigara ve para uzattı. Utanarak aldı, bolca pantolonunun cebine sokuşturdu ve gitti.
Affan efendinin babamın birliğinden terhis olan bir vatandaş olduğunu öğrendim. Babamın emir eri imiş. Adı bizde hep Affan efendi olarak kaldı. Tavuk mu lazım? Affan efendiye söyleyelim, kessin getirsin. Pazara mı gidilecek, Affan efendiyi bulalım. Çocuklar evde yalnız mı kalacak? Affan’ın haberi olsun…Affan efendinin ne iş yaptığını bir türlü bilemedimdi o yıllarda. Sonradan öğrendim ki kendi hayvanları, çiti çubuğu olan (kendi tabiriyle) bir ailenin içindeymiş. Birliğindeki bütün erlere “oğlum” diye hitabeden babam, Affan efendi’ye nedense “evladım” diye hitabederdi. Affan efendi, yıllar sonra artık çoktan emekli olan babama hala komutan diye hitabederken babam ona artık ya doğrudan adıyla hitabeder olmuştu ya da Affan bey diye. Affan efendi buna kızar söylenirdi bir yandan gülerken “Evlatlıktan atıldık artık biz, genç, komutan attı bizi evlatlıktan da efendilikten de!”
Değişik bir insandı Affan efendi. Oturduğumuz yer askeri birliğe çok yakın olduğundan Cuma akşamları ve Pazartesi sabahları bayrak merasimlerini tel örgülere yaklaşıp izlemek mümkündü. Bu sırada Affan efendi eğer bir nedenle bizdeyse o da merasimi izlerdi ama bizim gibi tel örgüye yaklaşmadan. O biraz daha uzakta durur, gözlerini merasim alanına diker bakardı. Bayrak çekilişi ve indirilmesi sırasında gözlerini bayrağa kilitlenmiş durumda öylece kıpırdamadan dururdu uzaktan “Rahat” komutu duyuluncaya kadar. Bir gün bunun nedenini sordum : “Affan efendi, sen asker misin hala neden böyle duruyorsun?” Yere, önüme diz çöktü : “Bayrak kutsaldır, biz yemin ettik” Hiç birşey anlamadığım için bunların anlamını aynı akşam babama sordum. Benim çocukça sorularım ve belki de şımarıklığım babamı bezdirmiş olmalı k, o bayrağa sahip olabilmek için Affan efendinin babasının ve büyük amcasının kurtuluş savaşında öldüğünü söyleyiverdi babam sertçe. Zaten sert bir mizaça sahipti. Babamdan ancak 6-7 yaş gençti Affan efendi. Oysa babamın babası ölmemişti, o da asker olmasına rağmen? “Kimi öldü, kimi yaşadı işte” dedi babam ve beni gönderdi yanından kanununu duvardan indirirken. “O zaman onu kim büyüttü peki?” diye anneme yöneldim bu sefer. Affan efendinin geniş ailesinin ölenlerinin çocuklarına baktığını söyledi. Koca Affan efendinin babasız büyümüş olduğunu çocuk aklım alamadı bir türlü. Bize kim bakardı ki acaba böyle bir şey olsaydı?
Bulunduğumuz şehirden babamın tayini çıkınca başka bir şehire taşındık. Eşyaların derlenip toparlanmasına, bir kamyona yüklenmesine de o koca adam göz kulak oldu.
Ortaokul sıralarında idim. Bir yaz günü babamın dönüş saatinde kapı çalındı. Babam hep anahtarı ile açardı kapıyı oysa. Sofra yarım hazır olurdu ve onu beklerdik akşam yemeği için. Annem kapıyı açtı ve bir şaşkınlık nidası yankılandı. Biz de kapıya seğirttik. Birden Affan efendi babamın arkasından sanki cüssesi daha da büyümüş olarak içeri dalıverdi ellerinde filelerle!. Bir cümbüş koptu ki bu kadar olur. Annemin elini öptü her zamanki gibi ve salona daldı iri cüssesi ile. Elma sevdiğimi unutmamıştı. Biz dizilip elini öperken bizleri kucakladı. Sonra sofraya oturuldu. neler konuşuldu şimdi anımsamıyorum ama kısa kollu gömleğin içinden uzanan kollarındaki ay yıldızlı dövmeyi görür görmez “aaaa bu ne yaaaa?” diye bağırdığımı iyi anımsıyorum. Annemin yıldırım saçan bakışları altında küçülüyordum ki Affan efendi “Bayrak bitmez yeeenim” dedi elindeki tavuk budunu dişle. Artık Affan abi diyorduk ona biz.
İlkokul mezunu olan Affan efendi, babamın teşvikiyle geceleri okuyarak ortaokulu ve liseyi bitirdi bir yandan aile işiyle uğraşırken. Köyünden bir kızla evlendi. İki çocuk yetiştirdi. Birisi profesör oldu, yurt dışına gider gelir, öğrenci yetiştirir. Diğeri hekim, hastalara şifa dağıtır kendi deyimiyle “Biz okuyamadık, vatana bi hizmetimiz olmadı, çocuklar yapıyor artık” demeye bayılır. Yıllarca içtiği sigarayı hekim olan kızı bir gün kendisine söylenince “pat diye” bıraktı.
Çok çalışkan adamdı Affan efendi. Bir gün sıkıldı ve bir nakliye şirketi kurdu. Eskiden çok yaygın olan ve şehirler arası nakliyeyi yapan “ambar” şirketleri artık nakliye şirketlerine dönüşüyor, daha eli yüzü düzgün hale geliyorlardı. Affan efendi de bu işe soyundu. Oysa yıllardır yaptıkları hayvan besiciliğinde çok yaygınlardı. ” Bıktım yeeenim hayvan bokuynan uğraşmaktan” diye açıklamıştı durumu saçsız başında biriken teri eliyle silerken. “Hem memlekette uşaklar çok, onlar yaparlar zaten, vatana biraz da böyle hizmet edek, örnek olak”. Affan efendi taşımacılık işinde başarılı oldu. Zaman zaman sıkıntılar da yaşadı. Bunlardan birinde beni çağırdı “yeeenim gelsene bi sen bana”. Şirketin merkezine gittim. Beni kapıda karşıladı. Önüne çıkan herkese (ki herkes zaten ofislerin kapısına çıkmış durumda idi) beni “yeenim” diye tanıştırdı. Koridorda ilerlerken, ben duyduğum saygıdan, yılların Affan efendisi ve şimdinin Affan ağabeyinin önüne geçmemeye çalışıyordum koridorda yürürken ama o koca cüssesinden beklenmeyen kıvraklıkla her defasında benim arkama geçiyor ve “yeeenim, yeeeenim” diye gülümseyerek beni tanıştırıyordu çalışanlara.
Mütevazı ofisine geçtik. Kocaman Atatürk resminin önündeki masasına oturdu. Elini kolunu sallayarak derdini anlattı. Ay yıldızlı dövme hala kolundaydı. Müdürlerini çağırdı. Dertlerini anlattılar. “Çözebilecen mi yeeenim biz herşeye varız” Sonra müdürlerine dönerek “yeeenim ne derse olacak, benim sözüm bilin!”. Ben “aman Affan abi” demeye kalmadan lafı ağzıma tıkıverdi ” Yeeenim, biz bilsek seni çağırır mıydık? Aha bilemediler işte, beceremedik ki çağırdık seni. Sen söyleyeceksin, bakacaz bi çaresine hep birlikte. Di mi ağalar hı?” Tek tek “ağa”larına baktı, yanıt beklemeden. “İyidir bunlar iyidir de akıl akıldan üstündür de mi yeeenim. Bu halimizle vatana nasıl hizmet edeciyk, yannış işlerle?” Sağ elinin işaret parmağı msaya tık tık vuruyordu.
Toplantılarda tartışırken bazan birden “He lo, hakkatten, biz bunu niye düşünmedik hiç? ” diye sorardı ortaya. Buna yanıt beklemediğinden susardı herkes. Çalışmalar kısa sürede bitti. Son ziyaretin sonunda ayrılırken beni, yine herkesin ofis kapılarının önüne çıktığı koridordan geçirerek uğurladı. ” Yanlış yaptık yeeeenim, bi uşak daha yapacağıdık, bu işlerin başına koyacağıdık, yanlış yaptık” Kapıdaki görevliye seslendi ” Yeeenimin paketi nerdeeeee?” Bana döndü “Ağşama rakı iç yanında, kuzu getirtdiydim sana” Getirdiydim dediği mesafe 1000 km. den fazla!
Yıllar içinde, sıkılınca Affan efendi nakliye şirketinin başına memleketteki uşaklarından birisini koydu, kendi tabiriyle tepeden bakıyor ona ve işlere. Bizi tanıştırırken elma hikayesinden başladı, ” yeeeenim ne derse benim ağzımdandır ona göre” diye noktaladı. Neyseki bana gereksinimleri yok.
Affan efendi şimdi yaşlandı ama hala dimdik ve dinç. Hala durup durup “Rahmetli baban bizi evlatlıktan attı, efendilikten attı, bey dedi bize yeeen, biz kiiiim beylik kim yeeen? Biz neferiyik milletin, neferi” der durur. “Ama bak anan esaslı kadın, o hep Affan efendi der”
Küçük bir not : Benim hikayem degildir!
Forum:
Yaşamdan Yazıtlar
Yorumlar
Yorum Yok

Yazar:
AdM
![[Resim: maxresdefault.jpg]](https://selcukaytimur.files.wordpress.com/2014/03/maxresdefault.jpg)
Çenelerimin titremesine engel olamıyordum; dişlerim kurumuş kıkırdaklar gibi kıkırdayarak birbirine çarpıyordu sürekli. Gök yüzündeki yarım aydan yayılan ışığın uçsuz bucaksız gibi görünen kar örtüsünden yansımasıyla aydınlanan garip bir sessizlikle çevriliydim. Ay görünmesine rağmen serpiştiren kar koyu renkli otomobilin sıcak kaputunun üstünde eriyerek süzülüyordu aşağıya doğru. Sağımda ve solumdaki iri, soğuk kamyon karaltıları üstleri serpiştiren karla kaplanırken sanki yıllardır orada gibiydiler. Oysa şu sağımda duran kamyonu kilometrelerce takip etmiştim karla kaplı ovayı geçerken. Herkes hava açıkken kar yağmaz diye bilir ama, yağıyordu işte! Karla kaplanmış tepelerden aşağıya doğru esen rüzgarın getirdiği kar taneleri midir, yoksa havanın soğukluğundan mıdır, nedir? Bilemem, ama ay ışığı altında yağıyordu kar!
Ovaya, diğer ucundaki tepeden inerken gideceğim yönde yükselen tepedeki beyazlığı seçince anlamıştım başıma gelebilecekleri. Gök yüzü açık olmasına rağmen orada burada bulutlar seçiliyordu. Geldiğim yerde ve yol boyunca yağmur vardı, yüksekler de dahil. Önümde ovayı dümdüz geçen bir yol, bir tepe, iniş, tekrar ve daha yüksek bir tepe ve kıvrıla kıvrıla şehire giden bir iniş beni bekliyordu. Geldiğim yönden ovaya indiğim anda yolun sağında ve solunda beliren karlar bir müddet sonra yolda da kendini göstermeye başlayınca, koca bir kamyonu kendime seçip uygun bir mesafeden izlemeye başlamıştım. Yolun üstündeki kar kalınlığı gideceğim yöndeki ilk tepeye doğru sağa dönmesiyle birlikte arttı. Burası böyle ise, tepe nasıldı kimbilir? Hayır, ben karda, buzda otomobil kullanmayı becerebilen bir insanım ama önümdeki tepeler her sene kar nedeniyle trafiğe kapanan tepelerdi ve bu sefer bana denk gelebilirdi pek ala. Yol sağa döndü, solda, iç taraftaki ilçeyi geçtik, bir sonraki ilçeye doğru usul usul yol aldım arada bir kayan ama kendini kontrol eden araca vererek tüm dikkatimi. Sonunda korktuğum oldu, kar yağışı yoğunlaştı ve önümdeki kamyonun kırmızı fren ışıkları kar tanelerinin arasından parladı. Çift yolun sol tarafından gelen hiç bir araç yoktu bir müddettir. Benim bulunduğum yolun sağ tarafına park etmiş karla kaplı kamyonları ve otomobilleri seçmeye başladım tek tük. Önüme bakmaktan sağıma doğru dürüst bakamadığımdan anlayamıyordum neden orada park ettiklerini araçların. Aslında anlıyordum da, anlamazlıktan geliyordum galiba. Araçlar, kardan yansıyan far ve ay ışığın ın içinde karanlıkta öyle yatıyorlardı. O yıllarda yolun o kısmında sığınacak bir tek yer yoktu, biraz ilerde, sol iç tarafta büyücek bir yerleşim yeri olmasına karşın. Şimdi oralarda kilometreler boyu leblebici, çorbacı, börekçi, kokoreççi, lokantanın yanısıra alış veriş yerleri bile var.
Nihayet önümdeki kamyon sağa doğru giriverdi ağır ağır ve bir trafik polisi aracının yanıp sönen ışıkları selamladı beni. Ağır ağır polis otosuna doğru yaklaştım başıma geleceklerin gelmemesini dileyerek. Beyaz beresi karla kaplı, uyarıcı sarı yeleğini kalın gocuğunun üstüne geçirmiş bir trafik polisi durmamı işaret etti, bir yandan eliyle sağa doğru beni yönlendirerek. Camı indirerek selamladım polisi. Yorgun ve bıkkın bir sesle
“İçeri çek içeri, park et aracı!. Kar var, kaygan yol” diye seslendi bulunduğu yerden. bir yandan da hala eliyle işaret ediyordu daha içeri çekmem için aracı.
“Neden? Kapalı mı yol?”
“Çok kar var. Buzlanma var, çıkamazsın”
“Zincir var, takayım mı? Giderim ben”
“Kapalı, kapalı. İki yön de kapalı. Çıkamazsın, içeri çek, park et!” diye tekrarladı ve beni bırakıp yürüdü kendi otomobiline.
Çaresiz, aracımı yolun sağına doğru hareket ettirdim. Yol boyu uzanan geniş bir düzlüktü, yolun sağı. Hala da öyledir. Önümden giden kamyonun peşine takılıp sürdüm arabayı, tekerleklerin ezdiği kar yığınlarının sesini dinleyerek. Park etmiş bir sürü kamyon vardı daha önce seçemediğim. Takip ettiğim kamyon sola dönerek gidiş istikametinde ve önümde bir yerde durdu. Ben de onun soluna yanaştım. Soluma park etmiş kamyonlardan artık trafik polisinin aracı görünmüyordu artık. Motoru kapattım. Her yer kar içindeydi.
Şimdi zincir taksam ben yolu bal gibi giderim, ilk tepeyi çıkar ve inerim, yol geniş ve düz.İkinci tepenin çıkışı az ama çift yol olsa bile inişte çok dik yerler var. Şimdi oralar donmuş olabilir, üstelik bir sürü de viraj var. Hadi ben emniyetli bi şekilde sürdüm diyelim, bu şehirde yaşayanlar kar ve buzda otomobil kullanmakta çok beceriksizler (Evet, öyledir…Yazın 40 dereceye kadar çıkar sıcaklık, ve kar falan bilmezler ama işte bu meşhur tepe ve ondan sonrası her sene çok kar alır ve mutlaka bir kez kapanır) . Adam şimdi kaydıracak arabasını gelip vuracak, al başına belayı! Ne olursa olsun tehlikeli, benim için de tehlikeli ama ne yapsam acaba? Arabanın içinde ne yapacağım peki bu havada donarım ya. Bu yolu bunlar sabaha kadar açmazlar! Bu kamyon şoförleri ne yaparlar acaba, yahu sığınacak sıcak bir yer bile yok. Ölsek kim bilecek?
Önüme bakarak düşünürken arkamdan gelen bir kaç araç durup zincir taktılar ve yürüyüp gidiverdiler, bazıları zincir için falan da durmadılar. Polisin yolun kenarına park etmeleri için çevirdiği araçlardı bunlar, tepelerin ardındaki şehire giden, plakları böyle dedi en azından. E şimdi bunlar gidiyorsa bu havada, zinciri takıp gideyim ben, yoksa burada çakılıp kalacağım.
Araçtan inmeden önce kalın deri gocuğumu sırtıma geçirdim, eldivenlerimi taktım. Dışarı çıkar çıkmaz tertemiz ve buz gibi hava ciğerlerime doldu. Tekrar içeri uzanıp başıma şapkamı geçirdim. Hızla bagaja yöneldim. Donmuş bagaj kapağı biraz zorladı açılmak için. Zincir takımını çıkardım. Birisini açtım. Sol ön tekerleğin önüne eğilerek kar yığınını ellerimle temizledikten sonra zinciri serdim. Araca binerek biraz ilerdim. Tekrar indim. Sanki hava daha da soğumuş gibi geldi. Zinciri lastiğe geçirmeye çalıştım ama, eldivenli elimle zinciri kavrayamdım bir türlü. Eldivenleri çıkarıp buz gibi olmuş zinciri yakaladım, çekiştirdim. Bu kez de çamurluğa yapışan buz engel oldu ve zaten lastiği iyi oturtamamıştım. İyi de görememeye başlamışım gibi geldi. Atıştırıp duran karın gözlüğüme yapışması bir yana sanki ışık da azalmıştı. Birden çok üşüdüm; araca girip motoru çalıştırdım ve ısıtıcıyı açtım. Pencereden başımı çıkararak lastiği zincirin üstünde tekar ayarlamaya çalıştım aracı ileri geri sürerek Yağan kar içeri doluştu. Üşümem geçince tekrar çıktım dışarı. Kaç kez taktım söktüm ben bu zinciri birazdan hallederim. Lastiğin yanına çömelip zinciri yakaladım. Buz gibiydi. Zinciri lastiğin iç tarafından yukarı doğru geçirmeye çalışırken bir kaç kez düşürdüm. Bacaklarım uyuşmaya başlayınca ayağa kalktım ve birden titremeye başladım. Önce hafif ürpertiler ve sonra da bayağı titreme. Bunu da çenelerimin takırdaması takip etti. Evet, insanın çeneleri gerçekten titriyor dişleri birbirine çarparak.
Donuyor gibi hissettiğim ıslak ellerime eldivenlerimi geçirdim. Kollarımı göğsümde kavuşturarak ellerimi arasına sıkıştırdım. Bu zinciri takamayacağım besbelli benim şimdi de burada ne yapacağım yahu. Kaputtan süzülen erimiş kar sularını izlerken sağımdan bir araç yaklaştı. Eski, station wagon bir Renault. İlgilenmedim önce. Aracın camı açıldı ve bir baş uzandı dışarı. Genç bir ses “Zincir takalım mı abi?” dedi, yanıtımı beklemeden indi arabadan. Yanıma geldi, elindeki el fenerinin ışığında lastiğin altındaki zinciri gördü ve Reanult’a doğru seslendi.
“Feriit, abimin zinciri varmış, gel hemen buraya bekletmeyelim abimi!” Bir yandan bana bakıyordu. Dişlerimin takırdamasını engellemeye çalışarak başımla işaret ettim evet manasına. İyi kötü bir şeyler de söyledim. Ancak bir problem vardı ki yanımda beş kuruş para yoktu, malum her yerde kart kullanıyoruz. “Abim geç sen içeri, üşütmeyelim seni, üşümüşsündür zaten” Araca girip oturdum. Sağ koltukta ne olur ne olmaz diye çantama koymadığım bir yün kazak vardı, kalınca, v yakalı. Tekrar dışarı çıktım ve durumu söyledim.”Abim, üzme sen canını, canın sağolsun” gibi bir şeyler söylediler. 1o dakika içinde zincir takma işi bitti. iyi olmuş mu diye kontrol ettik. Sonra kazağı verdim, memnun kalarak aldılar. Ben de araca girip motoru çalıştırdım. Sırtımdaki gocuğu titremem geçinceye kadar çıkarmadım.
Hazır olunca, aracı ağır ağır ilerleterek uzanıp giden kamyon zincirinin sonundan tekrar karla kaplı yola çıkardım. Arkamdan gelen tek tük araçlar, üstelik zincirsiz, beni geçip gittiler. Arkamda kalan trafik polisi aracı görünmüyordu bile ve hala kar atıştırmaktaydı.
Başka bir boyuttaymış gibi sürdüm arabayı 2 saat boyunca. Her yer karla kaplıydı. Kar yağıyordu ve yol kenarı işaretlerini görmek bile çok zordu. Önümdeki ilk yokuşu çıktım ve indim, hep 2. viteste maksimum 20 km hızla sürdüm aracı. Sonra ikinci tepe geldi korkunç eğimleri ve virajlarıyla. Karla kaplı yolda bu yapmak zorunda kaldığım çılgınlığı anımsamak bile istemem hala. Bitmeyecek bir kabus gibi geçen bir süreden sonra her şeyin sonu olduğu gibi, bu yolun da sonu oldu. Karlar içindeki şehiri de zincirli tekerleklerle geçtim. Şehir bitince, coğrafyanın gereği olarak yoldaki kar da yok oldu. Sağdaki ilk benzin istasyonda durdum zincirleri çıkarmak için.
Otomobilden çıkıp bagaja doğru ilerlediğim sırada birden sırtımda serin bir ıslaklık hissettim. “Terledim tabii tepeden inerken, çok sıktım kendimi.” Elimi kazağın altından sırtıma götürüp gömleği kontrol ettim. İnce kazağımın içindeki gömleğin her tarafı sırıl sıklamdı, kollarım, göğsüm ve hatta, kazağın sırtı ve koltuğumun sırtımı dayadığım ve oturduğum kısımları da…
İlk fırsatta sürücü koltuğuna oturma ve sırt kısmında havalandırma sağlayarak terlemeyi önleyen özel bir minder yastık seti aldım.
Kisa bir Not: Benim hikayem degildir
Forum:
Yaşamdan Yazıtlar
Yorumlar
Yorum Yok
Hoşgeldin, Ziyaretçi
Forumda Ara
Forum İstatistikleri
Kimler Çevrimiçi
Toplam: 40 kullanıcı aktif
Bing, Google, Yandex
0 Kayıtlı
» 37 Ziyaretçi
» 37 Ziyaretçi
Son Aktiviteler
Avantajlı Fiyatlarla Futb...
Son Yorum:
nullsix
•
9 saat önce
Erzurum’un İklimine Uygun...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
Dün, 09:02 PM
En iyi Kamp Yerleri ve Ka...
Son Yorum:
tovirniers
•
Dün, 02:03 PM
Elektronik Kart Dizgisi Ü...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
Dün, 01:11 PM
Portekiz Dijital Göçebe P...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
Dün, 12:48 PM
Erciva Bungalov İle Doğay...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
09-12-2025, 05:44 PM
Sosyal Medyada Güvenilir ...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
09-12-2025, 04:19 PM
Pandora Shops ile Doğal T...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
09-12-2025, 12:47 PM
SMH Makine ile Eşsiz Waff...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
09-12-2025, 11:53 AM
BiPencere İle En Uygun Fi...
Son Yorum:
aysuyigiter
•
09-12-2025, 10:19 AM