You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Yazar: AdM
[Resim: img_4496.jpg]
Büyük bir motosiklet, yerdeki çakıl taşlarını ezen tekerleklerinden çıkan sesler etrafı çevreleyen cırcır böceği seslerine karışırken, biraz ileride park ettiğim otomobilimin yanına yaklaştı. Arkalıklı arka koltuğun sağında ve solunda bulunan iki koca bagaj, kocaman bir gövde, büyük tekerlekleri ile daha ziyade iki tekerlekli otomobil gibiydi.

Marmaris’den dönerken eve geç kalmak pahasına, çok sevdiğim Akyaka yoluna sapmıştım “ağaçlıklı yol”dan. Güneş henüz denize değmemişti daha. Azmak kenarındaki lokantalardan birisinde yemek yedikten sonra yola devam etmekti niyetim. Günün sıcağı, buz gibi akan azmak sularından gelen serinlikle tahammül edilir durumda olurdu burada hep. Suda yüzen ördekleri sessizce seyrediyordum bomboş lokantada. Kimsecikler yoktu henüz ortalıkta. Motorun sesi kesildi ve sürücü üstünden indi. Motorun etrafında bir iki adım attı kaskını çıkarıp motorun üstüne koyarken. Kısa kesilmiş aklaşmış saçlar, uzunca boy, kırışmış bir yüz ile beklediğimden daha yaşlı çıkmıştı sürücü; benden de yaşlı. Sonra birden, bir bas gitarın kararlı ritmini izleyen yaylıların sesi yayıldı havaya: Smokie ve In The Heat Of The Night. İçim ürperdi bir anda. Sürücü sesi kısmak için davranınca elimi uzatarak seslendim: “Kapatmayın lütfen!” Büyük bir hata yaptığımı ilerleyen saatlerde anlayacaktım. Bir an bakıştık. Kırışık yüzü gülümseyince daha da kırıştı : “Bizim zamanımızın müziği, şimdikiler bilmezler.” “Uçuyor mu bu?” diye sordum heybetli motoru işaret ederek. Yüzünün kırışıkları derinleşirken başını aşağı yukarı salladı.

Yaban arılarını çeken çürük meyveler gibi bir tarafım var sanırım? Bir keresinde – daha ufak olayları geçiyorum – üç günlük bir çalışmadan sonra yaşadığım kente dönme planları yaparken, çalışmalara dahil olan genç bir kadın benimle gelip gelemeyeceğini sormuştu. Daha sonra Istanbul’a geçecekti uçakla. O genç kadın bana üç saat süren yol boyunca sevgilisiyle olan problemlerini anlatıp ne yapması gerektiğini sorup durmuştu sürekli olarak.
Sürücü, üstündeki dizlikleri, yeleğini çıkardıktan uzun bacaklarını yaylandırarak lokantaya daldı. İnsanların ne zaman ahbap olacağı, frekanslarının ne zaman tutacağı pek belli olmuyor. Doğruca soğuk mezelerin bulunduğu soğutucunun vitrinine yöneldi. “Sadece ikimiz varız galiba” dedi vitrine doğru. Adamın sesini duyunca içerden gelen genç adama soğuk bira istediğini söyledi; ardından bana dönerek isteyip istemediğimi sordu. Motordan gelen Smokie melodileri devam ediyordu. İki bira şişesiyle yaklaştı; oturmasını işaret ettim. Tanıştık. Biraz sonra masada bir tabak taze kalamar var oldu. Benim kafamı dinleyerek yemek yeme planı uçup gidiyordu yavaş yavaş, hemen önümüzdeki azmakta yüzen ördekleri süzerken. Kısa cümlelerle başladı ve ilerledi konuşma. Okan iş adamı idi; “Gerçi artık değilim”. Geziyordu motoruyla öylesine. Çok açtım ben, yemek yemek istiyordum ve daha yolum vardı gidecek. Yolcunun halinden yolcu anlar. Balıkları sipariş etmekte anlaşıverdik: iri karidesler ve ardından lagos.

Balıkla birlikte Okan rakı istedi. Gecelemeye niyetliydi Akyakada. Güneş denize indikten sonra gelenler olmaya başlamıştı lokantaya. Çok paralar kazanmıştı Okan. “Ama yemedim kimsenin hakkını ben, tırnaklarımla kazıdım hayatımı.” Bir elini yüzüne götürüp beyazlaşmış sakallarını sıvazladı: “Kırıştık işte erkenden de.” Benim işimle ilgili anlatabildiklerimi önceleri ilgiyle dinledi ise de sonraları bu ara ara zoraki bir ilgiye dönüştü. Bunu anladığımı anladığı anlarda ruhu sanki gittiği yerden hızla dönerek bir iki soru sıkıştırıyordu. Hararetli bir tartışmanın arasında birden kartını çıkarıp verdi bana : “Unuturum sonra ben, kopmayalım diye…”. Tanımadığım bir şirketin tepe adamı…”Kartvizit çoktu bende…sata sata bir tek bu kaldı. Onu da halledeceğim yakında inşallah”. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, o nerede kalacağımı sordu gece. Yola devam edeceğimi öğrenince de kararını verdi kendi kendine. “Olmaz, bu saatten sonra yola çıkılmaz. Sana bir yer ayarlayalım” Kimse benim için karar vermiş değildir yıllardır, söylediklerime itiraz edilmesinden de hoşlanmam. Daha yeni tanıdığım bu adamın beni içinde düşürdüğü absürt duruma müdahil olmaya davranırken Okan cep telefonunu çıkarıp tuşlarına basmaya başlamıştı. “Yarın işlerim var, yavaş yavaş giderim…” gibi bir şeyler geveledim telefonla nereyi aradığını bilemeden. O, sol elinin ayasını bana doğru uzatmış, tebessüm ederek benim için otel rezervasyonu yapıyordu beni dinlemeden. İçimden yükselen köpürtüleri bastırmaya çalıştırarak sustum. “Bu gece patronu dinleyiver, hoş artık patronluk da kalmadı” dedi ve gülerek rakı şişesini işaret etti bana.

Hala görüşürüz Okan’la. Yaşadığı kente gittiğim zaman vaktim varsa gelir beni bulur. Tüm ısrarlarına karşın seyahatimi bir gün daha uzatmadığım için de hep söylenir bana. Motosiklete binmekten hoşlanmadığım için kendisine ayırdığını söylediği iki otomobilden birisi ile gelir he zaman. Diğeri arazi arabası olduğundan şehir içine sokmaz onu: “Yeterince görgüsüzlük yaptık zaten”.

Gökova körfezinin dibinde, azmak başında yediğimiz yemekten sonra, gece yarısına doğru , otomobilimde önümde motosikletiyle ilerlemekte olan Okan’ı izlerken sersem durumdaydım tek kelimeyle. Okan, gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin de etkisiyle kendisini anlatmaya başladığında zaman zaman Yer Altından Notlar’ı okuyormuş gibi hissettim kendimi, zaman zaman da hiç alakası yok ama psikolog gibi. Önceleri kesik kesik, konuşmaların arasına yerleşen iç dökmeler, gecenin sonuna doğru monologa dönüşmüştü.

“Adi herifin biriyim ben aslında, bildiğin gibi değil. Üniversiteyi bitirir bitirmez nişanlandım sevgilimle. 5 ay sonra da aldattım. Çok dürüstüz ya, bunu da gidip söyledim evlilik hazırlıkları yapan kıza. Perişan oldu. Aileler falan araya girdi ama iş şirazesinden çıkmıştı bir kere. Kız intihara kalkıştı, kurtardılar. Ailece rezil olduk. Peder resti çekti ve evden ayrılıp yurt dışına kaçmakta buldum çareyi. 2 yıl sonra döndüm geri. Pederle barıştık. Kendime bir iş kurmama yardım etti, bir daha da karışmadı bana; aslında hiç affetmedi beni yaptığım için. 3 yıl sonra da evlendim. Babama hiç çekmemişim ben, eşimi de aldattım. Anlayınca kıyametler koptu yine. Peder tümden resti çekti bu kez. Yıkıldı ortalık, boşandık. Boşanmanın mali külfetini kaldıramayınca işime ortak almak zorunda kaldım. Çocuklar eski eşimde kaldılar. Önceleri arada bir görürdüm. Sonra iş yaşamı çok ağır gelince açıldı ara iyice” Durdu ve bir bardak suyu dikti tepesine, soluksuz. “Sıkılmıyorsun değil mi?”

“Ortağımla işler önce çok, hatta çok çok iyi idi. Yıllarca iyi para kazandık, bizimle çalışanlara da kazandırdık. Sonraları anlaşmazlıklar çıkmaya başladı. Ben daha çok para kazanalım derken, o temiz iş yapalım, sakin olalım derdinde idi. Aklım almadı bu tarzı o yıllarda. Koca bir şirket olmuşuz, yanına iki tane daha kurmuşuz. İnsan şirketi neden kurar? Para kazanmak için değil mi? Başımı iki yana salladım hayır anlamında. “Bunu şimdi söylüyorsun ama. Ortağımla görüşlerimizdeki ayrılıklar keskinleşmeye başlayınca ondan habersiz bir başka şirket hazırlıklarına başladım. Şirketin idari kadrosunda bazı kilit personeli yanıma çektim. Gizli gizli yürüttük hazırlıkları. Her şey olgunlaşınca da şirketi resmileştirdim. Konuyu da ortağıma açıverdim bir toplantıda. Yanıma çektiğim personel bir gün içinde şirket değiştirdi. Ortağım şok geçirdi.”

Ortağının altını oyduğunu ve bunun hiç etik olmadığını söyledim beklemeden. “O zamanlar öyle gelmemişti. Bir de sevgilim vardı kendine göre geniş bir çevresi olan hırslı bir kadın. Çok destekledi beni. Ortağımla şirketin mallarını paylaştık. Onu orada bırakıp kendi şirketime geçtim. Diğer iki şirketin paylarını da sattım ona. Adım piyasada atak iş adamına çıktı. Sevgilime ek olarak bir iki ilişkim daha oldu yıllar geçtikçe. Bunu bildiği halde sesi çıkmadı kadının hiç.” Yüzüne bakarak gülünce “Gülersin tabii” dedi. “Boynuzlanmanın da tadına baktık sonunda. Neyse, bu arada şirketten para sızdığı çıktı ortaya.”

Tam ağzımı açacaktım ki “Yok, tahmin ettiğin değil, o daha sonra ortaya çıktı. Şirket klasiği yaşadık. Satış ve Muhasebe el ele vermişler. Tabii para bol aktığından ben durumu anlayıncaya kadar giden gitmiş. Mahkemelerle falan uğraştık bir iki yıl. Toparladım ortalığı ve yine tam gaz giderken işe sevgili durumu patlak verdi ve kendimi hastanede buldum”

“Damar tıkanıklığı, kronik yorgunluk derken bir müddet hastanede kaldıktan sonra tekrar işe döndüm. Alışmışız, tempoya döndük tekrar. Ben yokken durağanlaşan konuları canlandırdım tekrar. Sevgili evde ne varsa alıp gitmiş. Giden para olsun dedim ama canım da sıkılmıyor değildi aklıma geldikçe. Seyahatler, toplantılar devam etti bir müddet ama, kadının yaptığı da zaman zaman gelir dururdu aklıma. Hala gelir de…Müstahakmışım ben birader. Bu arada, gergin bir toplantıdan sonra kendimi yine hastanede buldum. Arkadaşlar falan da var. Ameliyat dedi doktorlar. Yattık masaya. Gözümü açtığımda odamda genç bir çift fark ettim hayal meyal. Hemşireler, hekimler girip çıkıyorlar odaya…”

Yüzü iyice kırşmıştı. Başını azmaka doğru çevirip durdu bir an “Arada bir bi “babamız” lafını duyuyorum ama anlamıyorum birşey” Kadehini kaldırım bir yudum aldı. “Benim kızla oğlanmış, arkadaşlar haber vermişler…Yıllardır doğru dürüst görmediğim…” Sustu.

Bitmişti yemek artık, rakı da bitmişti. Elindeki boş kadehi masaya koydu yavaşça Okan. Kahve istedik. Likörle birlikte getirdiler.

“Üç ay yattım hastanede. Ameliyat zor değil ama çocuklar da, arkadaşlar da istemediler çıkmamı. Aslında bu dönemi doğru dürüst anımsayamıyorum. İlaçların etkisi olabilir dedi doktor. Arada bir çocuklar ziyarete geldiklerinde yüzlerine bakamıyordum. Çok zor geliyordu. Bu yaşta utanma duygusu zor geliyor insana, hele benim gibi ar damarı çatlamış birisine. Korkudan, annelerinin nasıl olduğunu bile soramadım o ara. Hastanede kaldığım süre başka bir dönem oldu. Hayatımda ilk kez insanların çaresizliğini, umut ışığı arayan gözlerini, gizli gizli ağlayan genç hemşireleri, genç doktorları gördüm. Odama uğradıklarında konuşurduk bazan. Benim ne halt olduğuma dair bir fikirleri olmadığından yatan hastaların dertlerini, intihar vakalarını ve nedenlerini, ölümcül hastaların durumunu, parasızlıktan kıvrananları anlatırlardı. Orada üç ay mal gibi yattım ben arkadaş, parasını ödeyip millet hastane köşelerinde kıvranırken, mal gibi üç ay yattım! Yattıkça yatasım geldi. Yediğim ilaçlardan mıdır, ameliyattan mıdır nedir aklıma iş falan gelmedi hiç? Ama geceleri içim daralıyordu. İlk nişanlı, çocukların annesi, ortağımın aptallaşan yüzü….Bir sürü kitap okudum geceleri. Şu bizim ünlü bir psikolog var, onun kitapları falan. Üç ayın sonunda elimde bir sürü yasak listesi ile çıktım hastaneden. Canım sıkılıyordu, nedenini bilmiyordum. Eve gitmek istemedim, bir otele yerleştim. Bir ayda orada kaldım. Arada bir işe gittim ama çoğunlukla otelin toplantı odalarından birisini kullandık. Geceleri zor uyuduğum için doktorlar bir psikolog tavsiye ettiler. Sonu gelmez toplantılar, bir türlü çözemediğim olaylar, eşim, nişanlım, sevgilim falan nöbetleşe ziyaret ederlerdi geceleri. “Bunu söylerken sağ elinin işaret parmağını şakağına götürerek boşlukta daireler çizdi. “Sağ olsun faydasını gördüm.”

“Şirkette işler düzenliydi, harika olmasa da. Sıkıldım otelden de. Bir sevgilim oldu, ondan da sıkıldım. Çocuklarla arada bir görüştük. Her şeyden sıkılmaya başladım. Bir arkadaş ölüm korkusunun beni sardığını söyledi; şirket, iş falan umurumda değildi gibi sanki. Bir gün bir toplantıda gene para pul, pazarlama, stratejiler falan konuşulurken birden çok sıkıldığımı ve seyahate çıkacağımı söyledim müdürlere. Birisi motosikletle kısa turlara gitmemi önerdi, öbürü şirkete ortak olmak istediğini, Osman benim çalışmadan duramayacağımı, diğeri ise şirketin karavanını alıp gitmemi falan. Gençliğimden beri motorları severim. Aldık bir motor. Şirkete ortak olmak isteyene, diğerlerini de dahil ederek bir başka küçük şirketimizi toptan sattım. Öbür şirketi istemediler. Onu da elden çıkardık. Ana şirketin hisselerinin de çoğunu bunlara verdim, hala ödüyorlar paralarını”

Derin bir nefes aldı. Azmakın lokantanın ışıklarından yansıyan kararmış akınıtısına dikiliydi gözleri. “Bir motor kulübüne üye olup yeni arkadaşlar edindim. Yola çıkışımdan bir hafta önce ani bir kararla ilk nişanlımın adresini öğrendim eski ortak arkadaşlar aracılığıyla ve motorla doğruca yaşadığı şehre gittim” Hayretler içinde bakıyordum. “Telefon bile etmeden doğruca evine gittim bir buket çiçekle…” Kahvesinden bir yudum aldı. “Akşam sekizde kapıyı çaldım, bir delikanlı açtı kapıyı. Beni çiçekçi zannetti annesinin adına çiçek var deyince ve içeri doğru seslendi. Esin yavaşça kapıda belirdi ve ben konuşmaya başlar başlamaz tanıdı beni. Aynı çıtır beden, yaşlanmış yüz ve hala güzel. Yüzücüydü. Çiçeği uzatırken kuruyan dilimi ağzımın içinde zorla çevirerek sadece “Özür diliyorum” dedim. “Özür diliyorum senden” Çiçeği aldı ve öylece kaldı bir an. “Gelsene içeri” diyebildi ama girmedim. Arkamı dönüp merdivenlerden koşarak indim ve kendimi dışarı attım.” Kağıt peçeteye uzanıp ağzını kuruladı, nedensiz. Sustu.

“İkinci özür çocuklarımın annesine gitti. Orada biraz oturdum, içim ezilerek. Evlenmemiş. Çocuklar önceden haberdar oldukları için evdelerdi. Sanırım annelerinin haberi vardı geleceğimden, bilmiyorum. Nafak falan tamam da. nasıl geçindiklerinden asla haberim olmamıştı yıllardır. Utanıyordum, daha önceleri bilmediğim bir duygu. Belli etmemeye çalışsam da utanıyordum. Son dönemde başıma gelenlerden haberdar olmuştu. Geçmiş olsun dedi. Ses çıkarmadan beni dinlediler. Ertesi gün bankaya gittik avukatımla birlikte ve üzerimdeki varlıkların büyük bölümünü aktardım, evleri falan da daha sonra avukat halletti. Ayrılırken tekrar özür diledim. Ne yapacağımı sordu. Daha özür dilenecekler vardı bir kaç tane…Bunu duyunca “Seni ben evcilleştiremedim ama hayat becerdi seni galiba Okan” dedi, “çok akıllı kadındı.” “Değdi mi bari?” Gözlerime bakıyordu doğruca. Değip değmediğini sormadım.

Üçüncü özür dilemeyi altını oyduğu eski ortağına yaptı Okan. Bunu dördüncü, beşinci ve diğerleri takip etti. İlk üçünü anladığımı ama diğerlerini anlamadığımı söyledim. Hastanede yatarken iş yapıyorum diye yaptığı “adi”likleri, kırdığı arkadaşlarını bir bir listelediğini ve bunları temizlemek istediğini söyledi. Bir haftadır da Marmarisdeydi. “Çocukların annesine ev aldım da.”

Yorgunluk, ağır yemek, açık hava hepsi birden üzerime çökmeye başlamıştı Ortama rağmen çok sıkılmaya başladığımı hissettim. Motosikletçinin yüzündeki kırışıklar derinleşmişti, lokantanın loş ışığı altında sanki daha bir çirkindi artık.

Daha sonraki görüşmelerimizde Okan’ın gözlerinde o geceki ifadeyi hiç görmedim.

O, ısrarla hesabı ödemek isteyince bıraktım, ödesin. Bir an önce sahile inmek ve kafamı dinlemek istiyordum. Otele gelince, Okan’a iyi geceler dileyip doğruca odama çıktım ve on dakika sonra sahile indim yürüyerek. Islak şezlonglardan birisinde, ıslaklığını hissedinceye kadar yattım yıldızlara bakarak.

Ertesi sabah kahvaltıda Okan görünmedi. Hesabı ödemek için resepsiyona gittiğimde sabah erkenden gittiğini söylediler. “Sizin hesabınızı da Okan bey ödedi efendim”

Not: Benim hikayem degildir
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
“Abi bak zeytini nasıl toplayacaksın biliyor musun?” dedi, kahvesinden bir yudum almadan önce.

“E, öğrendik artık yıllardır…” dememe kalmadan lafı ağzıma tıkıp sözüne devam etti kahve fincanını sehpanın üzerindeki tabağına bırakırken:

“Bizim dayıoğlu vardı. 20 yaş vardır büyük benden. Onların zeytinlerini toplamaya giderdik eskiden…” Bu sefer ben kestim sözünü; dayısı yoktu ki dayı oğlu olsun:

“Yani annenin abisinin oğlu? senin dayın mı vardı Ahmet?”

“Ya biz dayıoğlu diyoruz da aslında annemin dayısının kayın biraderinin halaoğlu. Biz dayıoğlu diyoruz, yakın akraba”

Düğüm oldum: “Eeee? Nasıl yakın ya?”

“Yakın işte!. İşte bu Rükneddin dayımın zeytinleri…”

“Amma da isimmiş ha” dedim, “Ama eskiden böyleydi tabi”

Ben gülüverince Ahmet, Rüknettin’in nüfus kağıdını kaybettiğini ve yenisini çıkarırken nüfus memurunun takdire şayan bir şekilde asıl adı Nurettin’i el yazısı ile nüfus kağıdına Rüknettin olarak geçirdiğini anımsadı. Eskiden nüfus kağıtları kalın uçlu mürekkepli kalemlerle yazılırdı. Bir kere de yazıldı mı, alırken dikkat etmezsen öyle kalırdın artık!

Bizim bahçede 9 yıl önce diktiğimiz bir zeytin ağacımız var. Garibim zar zor büyüdü, zira toprak iyi değil, bizim de acemilik zamanlarımıza denk geldi, bakamadık doğru dürüst. Hastalandı, ilaçladık, budadık falan filan nihayet geçen yıl ve bu yıl 3 kilo kadarcık zeytin verdi. Cinsi de şansımıza pek iyi değil. Geçen yıl bahçenin bir başka tarafına 3 Edremit fidanı diktik, onlardan umutluyuz, güzel gelişiyorlar. Bugün işte bu zeytin ağacımızın üstündeki zeytinleri toplarken bu arkadaşım çıkıp geliverdi. Foça’ya giderken uğramak istemiş. Adı lazım değil şimdi, Ahmet diyelim. Ankara’dan tanırım. İyi insandır. Aynı lisede okuduk. Ceviz’in altında oturmuş kahve içiyorduk.

“Abi zeytinden düşmeden zeytin toplamayı öğrenemezsin.! Ben Rüknettin dayımın ağacından kaç kere düştüm bilmiyorum. Sen düştün mü hiç? Düşmemişsindir”

“Düşmedim”

“Nasıl topluyorsun zeytini?

“Elimi uzatıp alıyorum oğlum, nasıl toplayacağım?” dedim elimi topluyormuş gibi yukarı uzatarak.

“Yok yani, sopayla falan vurulmaz da..”

“Ahmet, salak mıyım ben? Neden ağaca vurayım sopayla? Küçük zaten daha!”

“Büyük olsa vuracaksın yani” dedi sırıtarak. “Vururlar abi, herkes vurur, vurulmaz ama. Rüknettin dayım çok kızardı biz sopayla vurunca.”

“…”

“Bi de zeytin bi’ yıl verir bi’ yıl vermez, vermeyince dikkat edeceksin. Sopayla zeyin toplama abi dinle beni sen”

“Bizim ağaç her yıl veriyor Ahmet! Elimizle topluyoruz belki ondandır.”

“Yanlışın var abi, vermez!, Rükneddin dayımın…”

“Başlatma Rüknettin dayına Ahmet, veriyor işte!”

“Abi dinlemiyorsun ki, benim hayatım zeytinlerle geçti. Rükneddin dayımın zeytinlerini toplardık hep…” Sözünü kesiverdim dayanamayıp:

“Ahmet sen Ankara’da doğup büyümedin mi? Beraber büyüdük hatta. Sen zeytini nereden bileceksin?”

“Abi biz her yaz giderdik tatile Muğla’ya dayımın oraya. Hatırladın mı? Bahçesinde vardı zeytini Rükneddin dayımın. Ona tırmanırdık…” Tansiyonum yükseliyordu artık:

“Ahmet arkadaşım, Zeytin yazın olmaz ki?!

“Ya tamam da işte çıkardık ağaca biz de. Abi zeytini budarken dalların arasından kuş geçecek kadar aralık bırakacaksın derdi hep Rükneddin dayım. Zeytini toplarken de dallarına dikkat edeceksin, onları kırma sakın yoksa seneye vermez. O zeytinlerin olduğu ince dalları kırılırsa acı olur seneye zeytin bi’ de seneye vermez sonra. Böyle aradan ellerini uzatıp toplayıp torbaya atacaksın ama sakın torbayı çok doldurma alttakiler ezilir. Sen nasıl topladın?”

“Yere koyduğum geniş bir çamaşır sepetine attım kopardıklarımı”

“Olmaz abi, acı olacak göreceksin, kırılır o çarpınca. Olmadı yere çarşaf ser, kopardıklarını üzerine at. Nasıl tuzladın? Bir kilo zeytine 1 çay bardağı iri tuz koyun acısını alır abi. Rükneddin dayımlar hem çuvala hem bidona basardı tadından yenmez vallahi”

“O kadar tuzla yenmez tabi, çok o tuz Ahmet, o kadar konmaz. Siz öyle mi yapıyorsunuz?”

” Yok abi Ankara’da nerden bulacağız tuzlayacak güzel zeytini.” Abi acısı çıkmaz az tuzla, zeytin tuzda olur, korkma koy sen bak beni dinle”

“E Rükneddin dayından alsana sen zeytin!”

“Abi bi tane ağacı var zaten, kime yetsin?”

“…”

Yoluna devam etmek için izin isteyince Ahmet’e tavukların yumurtalarından bir koli verdik. Arabasına doğru geçirirken o hala Rüknettin dayısının nasıl zeyin sıktırdığını anlatıyordu: ” Soğuk sıkım dedikleri de yalan abi, bak kandırırlar seni de, soğuk falan değil abi o"
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
[Resim: 281800_353766848042931_811565491_n.jpg]
Bir padişahın bir hizmetkarı vardı. Padişah ona diğer hizmetkarlarından daha çok iltifat ederdi ve diğer hizmetkarlar bu yönden hüzünlü idiler. Halbuki öteki hizmetkarlar güzellikte ve kıymetçe ondan üstün idiler. Nedimler ve padişahın özel işlerinde bulunanlar bu halin hikmetini sorunca onlara o beğenilen hizmetkarın diğerlerinden üstünlük ve ayrıcalığını açıklamak istedi. 

Bir gün avlanmaya çıkıp giderlerken hizmetkarları da padişahın yanında idiler. Padişah uzaktan görünen karlı bir dağa baktı. O hizmetkar hemen uğurlu atını sürüp ileri koştu. Orada bulunanlar onun ileri atılmasının sebebini tahmin edemeyip şaşırdılar ve niye gittiğini bilemediler. Kısa bir süre sonra elinde bir miktar kar olduğu halde hızlıca geldi. Padişah hizmetkara dedi ki:

“Benim kar istediğimi nasıl bildin?”

Hizmetkar dedi ki:

“Kardan yana bakan sultanı gördüm, onun için kar getirmeye gittim. Çünkü padişahlar bir şeye kasıtsız ve sebepsiz bakmazlar. Onlardan anlamsız bir iş aşikar olmaz. “

Padişah da hizmetkarlarıyla maiyet halkına dedi ki:

“Her birinizin bir işi vardır. Onun işi ise benim bakışlarımı gözetmesi ve hallerimi denetlemesidir. Benim ona iltifatımın artmasının ve yönelmesinin sebebi budur.”
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
[Resim: domuz.jpg]
24-25 yaşlarındaki gencin son zamanlarda baston yardımına muhtaç olacak kadar yürümesi zorlaşmıştı. Gören doktorlar hastalığın kasları erittiğini tespit ediyorlar, fakat ismini ve sebebini bulamıyorlardı. Sapasağlam sporcu bu genç nasıl olur da kısa zamanda böyle çökerdi?

Sonunda nöroloji profesörlerinin ortak konsültasyonuna çıkarıldı. Çeşitli sorulardan sonra, beyaz saçlı yaşlı bir profesörün yarım gözlüğünün üstünden gözlerini kısarak yönelttiği şu soru düğümü çözdü:

– Evladım, sen hiç domuz eti yedin mi?

Müslüman ismi taşıyan genç, Ataköy’de domuz eti de kullanılan bir lokantaya seyrek olmayarak gittiğini ve yediğini söyledi.

Bunun üzerine profesör; domuzda bulunan trişin denilen parazitin gencin adalesinde yerleşerek onu bu duruma düşürdüğünü izah etti. Maalesef, rahatsızlığın tedavisi mümkün değildi. Bu genç ömür boyu sakat kalacaktı.
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
[Resim: bc3bclbc3bcl.jpg]
Bir gül bahçesindeki bülbül hal diliyle feryad ederek şahine sormuştur:

“Sen ve ben ikimiz de bir kuş olduğumuz halde neden senin yerin sultanın eli de benimki dikenli gül bahçesidir? Ve neden sen güzel kekliğin yürek ve böbreğini yer, her kuşu avlar, her isteğine kavuşur, sultanın yanında kadir ve kıymetin olur ve kuşların sultanı olursun da, ben ta sabahlara kadar bir gül goncasının açılmasını beklerim fakat ben uyumadıkça o açılmaz? Uyandığımda gül goncası ben görmeden açıldığı için bir türlü muradıma eremem de, dikenler içinde inleye inleye kan ağlar, yüreğime taşlar bağlarım?”

Bunun üzerine şahin şu şahane cevabı verir:

“Ben bin murad alır ve bir söylemezken sen bir murad almaz ve bin söylersen sonunda böyle muradsız kalır ve ah çekersin!”

Önce düşün sonra söyle. Akıllı olanın dili kalbinde, ahmak olanın kalbi de ağzındadır.
Kaynak: Marifetnâme, syf. 298
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
[Resim: deve-ve-adam.jpg]
Kötü söz taşımak ve birbirine yakın olan insanları birbirinden koparmak, düşman etmek ve bu yolla ocakları söndürmek konusunda ibretli bir olay şudur:

Bir adam bir köleyi satın almak isterken satıcıya, “Bunun bir ayıbı yok mudur?” diye sormuş. Satıcı, “Ayıbı yoktur, ancak söz taşımayı sever.” demiş. Adam bunun önemli olmadığını düşünerek köleyi satın almış. Köle eve iyice yerleştikten sonra bir gün hanıma, “Kocan seni sevmiyor ve seni aldatıyor. Seni sevmesini istiyorsan uyurken çenesinin altından birkaç tane kıl kes ve onları bana getir, üstüne okuyayım.” demiş. Ondan sonra adama gidip, “Hanımın seni sevmiyor ve seni birisiyle aldatıyor. Yakında da seni boğazlayıp öldürecektir. Bunu önlemek istiyorsan uyur gibi yap ve gör.” demiş. Adam uyur gibi yapmış. Kadın onun uyuduğunu zannederek bir ustura alıp gelmiş ve onun başucunda oturmuş. Adam usturayı ve kadının oturuşunu görünce ayağa fırlamış ve usturayı kadının elinden alıp hanımını kesmiş. Ondan sonra da kadının akrabaları gelerek adamı öldürmüşler.
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
Hesaplar nerede başlar hayatımızda? Doğduğumuz ilk anda belki de. Adımızı belirlerken annemiz, babamız, bize güç verecek, bizim için gelecekte anlamlı olacak, adımız gibi olacağımız isimler seçmek isterler. Adımızla yaşamamız konusunda gelen dilekler ilk belirleyicisidir hayatımızın hesaplar üzerine kurulacağının.
İlk önce bizi en çok sevenler, sevdikleri için başlarlar bu işe. İyi bir okul, iyi dersler, erkenden belirlenmesi gereken ciddi bir meslek hayali gibi öncelikli hesaplar. Mesela doktor olma hayali kurabiliriz küçükken, öğretmen, mühendis falan… Ama küçükken büyüyünce palyaço olmayı isteyen bir çocuk ve bunu hoş karşılayan bir ebeveyn gördünüz mü hiç? Saçma belki palyaço olmak değil mi, ama hayali kurulabilecek bir şeyse madem değerlidir her halükarda. Bir çocuğun gelecek hayallerinin başlangıcıysa mesela, buysa ufkunu genişletecek olan, o dakika durdurursak bu cıvıl cıvıl isteği, doktor olması beklenebilir mi hiç ondan? Böyle sürüp gider uzunca bir süre hesaplarla. En asi olanımız bile sınırlar içerisinde asidir. Bizi büyüten kurallarla kurarız kendi çevremizi de. Arkadaşlıklarımızın sınırı vardır. Aşkımız belli kurallara göre yaşanmalıdır ki doğru olsun. İçimizden geldiği gibi yaşarsak aşkımızı da ya günahkâr oluruz ya bencil. Sonra bir iş sahibi oluruz ve evleniriz mesela. Sınırlar içerisindeki hayatımız bizim için zevklidir aslında çünkü olabilecekler bunlardan ibarettir sadece. Fazlasının hayalini kuramıyorsak eğer hayat zaten herkes için bunlardan ibarettir ve bunlar mutlu olmak için yeterlidir.
Bir de bunun yanında hayatı, rayında gitmesi gereken ve uğraması gereken her istasyondan sonra sona varan bir tren olarak görmeyenlerimiz vardır. Bunlar sürekli bu treni farklı yollardan sona götürmek isterler. Bilmedikleri belki de sonu bulamayacakları, tekrar başa dönecekleri ama önceden hesaplanmayan yollardan. Nasıl olmuşsa bu kişiler önlerine koyulan, tadını beğenmedikleri yemeği reddedip aç kalmayı tercih edebilmişlerdir. Bunlar yetinmeyi bilmezler hiçbir şeyle. Ne kadar da ukaladırlar değil mi? Hayat üzerine ahkam keserler sürekli. Hayatı çok iyi bildiklerinden değil, hayatın nasıl yaşanması gerektiğini, hangi anlamlarla yüklü olduğunu sürekli düşündüklerinden. Her şeyi o kadar çok düşünürler ki, artık onlar için çizgileri çok uzak olan belki de hiç olmayan sınırlar oluşur hayatta. Hayaller güzeldir ama bu geniş ufuklar içerisinde mutlu olmak o kadar da kolay değildir artık. Sürekli yapılmayı bekleyen işler vardır. Binlerce kilometre uzaktaki çocuklar açlıktan ölüyorsa bunda onların da payı vardır. İnsanlar hala düşünmekten korkuyorsa, konuşamıyorsa, bir çocuk yağmur altında titreyerek uyuyorsa her gün ve bunları görebiliyorsa birileri, görüp bir şey değiştiremiyorsa, mutlaka bir payı vardır. Bu koşturmacayla geçer bir ömür boyu belki de kendine bile faydası olmadan. Sadece kocaman bir dünya yarattıkları için kendilerine kocaman olur sorunları da. Sınırlarıyla yaşayanlarsa mutlu bitirirler hayatlarını belki yetindikleriyle. Belki de büyüdükçe fikirleri, hep mutlu olurlar. Onlar sonucunu bilmeden, bilmeyi hesaplamadan düşünürler. Düşündükçe genişleyen sınırlarında hiç yalnız kalmazlar. Hep milyonlar vardır yanlarında. Adını rengini bile bilmedikleri milyonlar. Başka kıtalarda, başka dilleri konuşan, hiçbir zaman tanıyamayacakları fakat aynı atan yüreklere sahip milyonlar. Bunun heyecanıyla yaşarlar hep ve tren son istasyona gelir. Tüm kompartımanlarda birbirini tanımayan milyonların çığlık çığlığa sessizliği vardır. Onların yüzyıllara yayılan birikimi…
Şimdi bir tercih yapmak gerekse, doğarken belirlenmiş ailemle, mutlu ve sınırlarımla son istasyona varmaktansa, milyonların sıcaklığında ve düşünerek, isteyerek geçirilmiş bir ömrün huzurlu sonunu seçerim. Hiçbir zaman sona gelmeyeceğime, birilerinin trene hep farklı raylar ve yollar inşa edeceğine inanmayı isterim. Yani her anı isteyerek yaşanılmış bir hayatın sonunda, yeni heyecanlarla, hayaller kurarak, inanarak trenden inmeyi…
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
Çin’de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığıtestilerle dereden su taşırmış evine.. Bu testilerden birinin yan bölümündeçatlak varmış… Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış; ve her seferindebu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmışeve..Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım;diğeri dolu olarak varırmış iki yıl her gün bu şekilde geçmiş. Adam her ikitestiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi sukalırmış…Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığıiçin çok gururlanıyormuş. Fakat zavallı çatlak olan kusurlu testi, çokutanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için deçok üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünençatlak testi,ırmak kenarında adama şöyledemiş:’Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadarakıp gidiyor..’ Adam gülümseyerek dönmüş testiye; ‘Göremedin mi? Yolun senintarafında olan kısmı çiçeklerle dolu.Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok.Çünkü ben başından beri seninkusurunu, çatlaklığını biliyordum..Senin tarafına çiçek tohumları ektim.. Vehergün o yolda ben su taşırken,sen onları suladın.. 2 senedir o güzelçiçekleri toplayıp,masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağınolmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim’ diye cevap vermiş.
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
[Resim: deprem-5-8f8l_cover.jpg]
Merhaba ;

      Depreme karşı dayanıklı yapılarda herkes yaşamak ister. Bunu tasarlamak ve uygulamakta biz mühendislerin sorumluluğundadır. Peki depreme karşı dayanıklı yapılar nasıl tasarlanır ? , ev alırken depreme karşı dayanıklı bir yapı olup olmadığını nasıl anlayabiliriz ? , deprem esnasında yapının davranışları bizlere neyi anlatıyor ? , En dayanıklı yapılar büyük ve ağır yapılar mıdır ? ; Bu soruların cevaplarını bu yazımızda ele alacağız.
 Tahtada Yazan Formül ‘’ E =m c2 ‘’
İnşaat Mühendisliği için en önemli konulardan biri olan deprem , betonarme derslerin de karşımıza çıkmaktadır. Deprem konusunu işlerken tahtaya kocaman bir E=mc2 yazıldı. Bu formülü duymayan görmeyen yoktur sanırım. Albert Einstein tarafından bulunan bu formül enerjiyi bizlere ifade etmektedir. Formüle basitçe bakacak olursak E = Enerji , m = kütle , c2 = ışık hızının karesi . Denklemde ışık hızı sabit olduğundan , kütle ile enerji doğru orantılıdır. Yani kütle artarsa enerji artar. Gelelim depremle bunun arasında ki bağıntıya , deprem bir enerjidir. Evet gözle görünmez , yönü tahmin edilemez bir enerjidir. Deprem ‘de açığa çıkan enerji ne kadar büyük olursa karşısında ki kütlede o kadar büyük olur. Yani bir yapı ne kadar ağır olursa depremde o kadar enerji çıkarır. Bu yüzden yapılar tasarlanırken mümkün olduğunca hafif olmalıdır. Yapıyı gereksiz yüklerle ağırlaştırmamak gerekir. Örneğin; duvarların yapımında kullanılacak alçıpan duvarlar ciddi anlamda binanın yükünü hafifletebilir.   

[Resim: images-2.jpg]
Fırtınalı Bir Havada Çınar ve Sazlığın Hikayesi 
Deprem bir enerji demiştik , gözle görünmüyor ve sandığımız gibi bir yönden yapıya etki etmiyor. Tarif etmek gerekirse , deprem enerjisini yapının her yerine işliyor .Tüm maddelerin içerisinden geçiyor hatta insan vücudunun bile. Deprem süresince oluşan enerji , bitene kadar maddeleri sarsarak enerjisini sönümlüyor. Bu esnada yapı salınıma başlıyor. Evet depremde zangır zangır sallandık derler ya hani işte bu nedenle. Deprem enerjisini yapıyı sallayarak atıyor. İşte depremin enerjisine karşı koyacak yapılar sallanmak zorundadır. Yapı tasarlanırken salınım süresi hesaplanır ve maksimum duruma göre tüm güvenlik katsayıları eklenerek bir yapının salınım süresi hesaplanır. Bu salınım süresi boyunca deprem anında yapı sallanır ve yıkılmaz. Halk arasında depremde sallanan yapılar depreme dayanıksız olarak düşünülür fakat yanlıştır. Aslında bu salınımlar tasarlanır ki depremin enerjisi salınımla atılsın hatta salınım süresi boyunca insanlar yapıyı terkedilebilsin diye. Şimdi bunları şöyle bir örnekle anlatalım . Fırtınalı bir gün hayal edelim. Rüzgar şiddetini artırmış , karşımızda bir adet yıllara meydan okumuş koca bir çınar var. Görüntüsü ve kütlesiyle heybetli duruyor. Yanında ise ince bir sazlık var. Bu fırtınalı günde hangisi daha kolay kırılır ? Sorumuzun cevabı ‘’ heybetli çınar ‘’ olacak . Çünkü kendi kütlesi o kadar ağır ve dalları o kadar rijit bir halde ki . Fırtınadan kaynaklı dalları çatırdamaya ve kırılmaya başlıyor . Fakat sazlık hafifliği ile ve gövdesinin esnek yapısından dolayı rüzgarın etkisi ile kırılmadan yatıp kalkabiliyor. İşte depremin etkisinde tasarlayacağımız yapılarda bir anlamda sazlık gibi olmalıdır. Salınım yapmasına izin verilmelidir.
Satın Alınacak Evin Depreme Dayanıklılığı Nasıl Anlaşılır ?
Maalesef bu sorunun cevabı o kadar kolay değil. Yapının şurasına bakın şöyle ise dayanıklıdır gibi cümleler pek doğru kabul edilemez. Depreme dayanıklı yapı bir çok etkene bağlıdır. Tasarım yapılırken zemin etütlerinin , statik ofisin raporlarının doğru olması gerekir. Bunun dışında yapı uygulama esnasında statik projeye uygun yapılması gerekmektedir. Bunu binanın yapımı esnasında bulunmadığınız için bilmeniz çok zordur gerçekten. Ama en azından bina yapımında bizzat çalışan mühendislerin sürekli halde bulunması riski azaltan faktörlerden biridir. Unutmayın ki denetimi olmayan bir yapı usta ve müteahhit elinde ciddi anlamda risk doğurmaktadır. Çünkü maliyeti düşürmek için her şey yapılabilmektedir. Ayrıca son yıllarda Deprem Yönetmeliğine göre artık yapılarda kullanılan hazır beton sınıfları daha kaliteli olmaktadır. Alacağınız yapı son yıllarda yapılmış olması riski azaltan bir diğer faktördür. İmkanınız varsa binanın yapımı esnasında ki fotoğrafları alıp bir inşaat mühendisinin görüşlerini almanız da fayda olacaktır.
[Resim: binanin-riskli-olup-olmadigi-nasil-anlasilir_55261.jpg]
Depremde yıkılmaz bir yapı tasarlanabilir ama sadece dayanıklı olması yapı için iyi bir tasarım denemez. Dayanıklı, mimari açıdan güzel ve aynı zaman da ekonomikte olmalıdır. Bunlar birbirine bağlı etkenlerdir. Deprem hayatımızın bir gerçeği fakat depremden korkmaktansa ahlaklı mühendisler , müteahhitler ve işçiler yetiştirmek için çabalamalıyız. Aslında her şey hesaplanmış ve doğru şekilde yapılmış olsa, depremde yapılarımız ayakta sapasağlam durabilirler



Kalın sağlıcakla..
Yorumlar Yorum Yok
Yazar: AdM
1995 yılında HTML‘in çıkışıyla o günün şartlarıyla zengin bir metin biçimlendirme alanı sunulmuştu. Fazla sürmeden sayfa dizaynında çok fazla esneklik sağlanmaması geliştiricilericileri yeni bir web teknolojisi arayışlarına itti.

1996 yılında CSS 1.0 sürümü W3C tarafından duyuruldu. Şuan CSS 2.1 sürümü güncel olarak kullanılmaktadır. CSS 3.0 çalışmaları devam etmektedir.

CSS çıkışından kısa bir süre sonra web geliştiricilerinin vazgeçemeyeceği bir teknoloji haline geldi. Yapısı itibariyle neredeyse tüm ihtiyaçları karşılıyordu. Ancak her güzelin bir kusuru vardır, CSS’inde tek kusuru bazı kodlarının her tarayıcıda aynı tepkiyi vermemesiydi, aslında bu CSS’in değil tarayıcıların kusuru ancak yinede CSS öğrenmeye başlayacaksanız ilk olarak bunu benimsemelisiniz
Yorumlar Yorum Yok

Hoşgeldin, Ziyaretçi

Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Forumda Ara

Forum İstatistikleri

Toplam Üyeler: 121
Son Üye: seoavcisi
Toplam Konular: 4,203
Toplam Yorumlar: 4,362

Kimler Çevrimiçi

Toplam: 43 kullanıcı aktif Bing, Google, Yandex
0 Kayıtlı
» 40 Ziyaretçi

Son Aktiviteler

Avantajlı Fiyatlarla Futb...

Son Yorum: nullsix 9 saat önce

Erzurum’un İklimine Uygun...

Son Yorum: aysuyigiter Dün, 09:02 PM

En iyi Kamp Yerleri ve Ka...

Son Yorum: tovirniers Dün, 02:03 PM

Elektronik Kart Dizgisi Ü...

Son Yorum: aysuyigiter Dün, 01:11 PM

Portekiz Dijital Göçebe P...

Son Yorum: aysuyigiter Dün, 12:48 PM

Erciva Bungalov İle Doğay...

Son Yorum: aysuyigiter 09-12-2025, 05:44 PM

Sosyal Medyada Güvenilir ...

Son Yorum: aysuyigiter 09-12-2025, 04:19 PM

Pandora Shops ile Doğal T...

Son Yorum: aysuyigiter 09-12-2025, 12:47 PM

SMH Makine ile Eşsiz Waff...

Son Yorum: aysuyigiter 09-12-2025, 11:53 AM

BiPencere İle En Uygun Fi...

Son Yorum: aysuyigiter 09-12-2025, 10:19 AM

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren Forumki.Com sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri İletişim bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.