www.ForumKi.Com - Yeni Temamız İle Daha Büyük Bir Aileye
www.Sevdik.Net - Sohbet Chat Arkadaşlık Platformuna Sizleride Bekliyoruz
Yazar:
Celoxy
Apk İndir
APK dosyalarını indirmek, Android kullanıcılarının yeni ve heyecan verici uygulamalara kolayca erişebilmesinin harika bir yoludur. Apk indir arşivi sayesinde, kullanıcılar resmi olmayan uygulamalara veya yeni güncellemelere hızlı bir şekilde ulaşabilir. Bu yöntem, uygulama deneyimini genişletmek ve kişiselleştirmek isteyenler için mükemmeldir. Güvenilir kaynaklardan yapılan indirmelerle, bu süreç hem basit hem de güvenli hale gelir.
Cobanov Dev Instagram
Cobanov dev Instagram, Instagram'ın kullanıcı deneyimini zenginleştiren özelleştirilmiş bir versiyonunu sunar. Bu özel sürüm, kullanıcılara daha fazla özelleştirme seçeneği ve gelişmiş özellikler sunarak, Instagram kullanımını kişisel tercihlere göre şekillendirme fırsatı verir, cobanov dev instagram APK'sını indirerek, kullanıcılar gizlilik seçeneklerinden özelleştirilmiş arayüze kadar birçok yenilikçi özelliğin keyfini çıkarabilir. Bu özelleştirilmiş uygulama, Instagram deneyimini daha da kişisel ve eğlenceli hale getirir.
Aero Instagram
Aero Instagram, orijinal Instagram uygulamasına kıyasla kullanıcılara benzersiz özellikler ve özelleştirmeler sunan bir başka harika sürümdür. Aero instagram APK indirme işlemi, sosyal medya deneyiminizi kişiselleştirmenin ve zenginleştirmenin anahtarıdır. Bu sürüm, kullanıcılarına genişletilmiş mesajlaşma kapasitesi, kolay medya indirme seçenekleri ve çeşitli tema ayarları sunar, böylece herkes Instagram'ı kendi tarzına uygun bir şekilde kullanabilir. Aero Instagram, kullanıcı deneyimini önemli ölçüde iyileştiren yenilikçi özelliklerle doludur.
APK dosyalarını indirmek, Android kullanıcılarının yeni ve heyecan verici uygulamalara kolayca erişebilmesinin harika bir yoludur. Apk indir arşivi sayesinde, kullanıcılar resmi olmayan uygulamalara veya yeni güncellemelere hızlı bir şekilde ulaşabilir. Bu yöntem, uygulama deneyimini genişletmek ve kişiselleştirmek isteyenler için mükemmeldir. Güvenilir kaynaklardan yapılan indirmelerle, bu süreç hem basit hem de güvenli hale gelir.
Cobanov Dev Instagram
Cobanov dev Instagram, Instagram'ın kullanıcı deneyimini zenginleştiren özelleştirilmiş bir versiyonunu sunar. Bu özel sürüm, kullanıcılara daha fazla özelleştirme seçeneği ve gelişmiş özellikler sunarak, Instagram kullanımını kişisel tercihlere göre şekillendirme fırsatı verir, cobanov dev instagram APK'sını indirerek, kullanıcılar gizlilik seçeneklerinden özelleştirilmiş arayüze kadar birçok yenilikçi özelliğin keyfini çıkarabilir. Bu özelleştirilmiş uygulama, Instagram deneyimini daha da kişisel ve eğlenceli hale getirir.
Aero Instagram
Aero Instagram, orijinal Instagram uygulamasına kıyasla kullanıcılara benzersiz özellikler ve özelleştirmeler sunan bir başka harika sürümdür. Aero instagram APK indirme işlemi, sosyal medya deneyiminizi kişiselleştirmenin ve zenginleştirmenin anahtarıdır. Bu sürüm, kullanıcılarına genişletilmiş mesajlaşma kapasitesi, kolay medya indirme seçenekleri ve çeşitli tema ayarları sunar, böylece herkes Instagram'ı kendi tarzına uygun bir şekilde kullanabilir. Aero Instagram, kullanıcı deneyimini önemli ölçüde iyileştiren yenilikçi özelliklerle doludur.
Forum:
Site Tanıtımları
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Burada hep yaşadığımız dünyayı, doğayı onu yaşanmaz kılan etkenleri anlayışları dilim döndüğünce eleştirip durdum. Düzenin bize empoze ettiği değerleri anlayışları farklı bir gözle görmeye; bazı değerleri tersyüz ettiğimizde daha yaşanılabilir daha güzel bir dünya olabileceğini savundum. Kirlenme ve yozlaşma yalnızca doğada olmuyor ruhumuzda da ziyadesiyle kirlenme var bu da yaşamımızı ve temiz dünya ile olan ilişkimizi olumsuz yönde etkileyebiliyor. Ancak bize empoze edilen değerlerden ne kadar kendimi arındırabildiğim konusunda kendimden fazlasıyla şüphe etmeye başladım. Bu gün kendimin de bir ruhsal kirlilik mağduru olduğumu farkettim.
Babaannemin çocukken bize anlattığı bir kıssa vardı:
Dilenci kızını padişahın oğlu şehirde gezinirken görüp beğenir ve beğenmekle de kalmaz aşık olur. Ailesinden isteyip, kızın gönlünü yapıp kendine gelin eder. Kırk gün kırk gece düğün, ziyafet ve eğlenceden sonra dilenci kızı sarayda yaşamaya başlar. Saraya sultan olan genç kız her sabah odasına getirilen kahvaltı tepsisini pencerenin içindeki denizliğe koyup, pencere önünde diz çökerek; "Pencere, pencere ne olur, allah rızası için bana bir lokma ekmek ver" diye dilenmeden kahvaltısını yapmazmış.
Çocukluğumda dinlediğim bu kıssadan da hiç bir hisse alamamış olduğumu dinledikten 45-50 yıl sonra bu gece anladım. Bana gümüş tepside sunulan kahvaltı tepsisinden ekmek dilendim.
Erdem günümüzde az sözü edilen ve eskimiş ama henüz küçümsenemeyen bir kavram. Yeni değerlere yenik düşmüş de olsa bütün azameti ile yerinde duruyor ve gittikçe azalsa da toplum içinde pek çok insanda mevcut. Bizim kirli dünyamızdaki kirli ruhlarımız da erdemli bir insan ile karşılaştığımızda onlarda kötülük aramaya çalışıyor. Doğada çimlerin içinde elektrik prizi aramak gibi bir şey bu. Birbirlerine ait değiller. Ama ben bunu yaptım. Bana yalnız ve yalnız beni sevdiği için hiç karşılık beklemeden binbir zahmetle gece boyu dağ tepe otlatıp beslediği koyunlarından sağdığı sütü getiren insana "İçine su katmadın değil mi? lütfen bana getirdiğin sütü sulandırma" dedim; ve bunu birden çok kez yineledim. Erdemin sarayında kötülük aradım ve erdem dilendim. Karşımdaki erdemli insanı nasıl incittiğimi ve ona karşı ne kadar küçüldüğümü anlatmama gerek var mı?
Kirlenmiş dünyanın değerlerini eleştirirken kendi yozlaşmış ve kirlenmiş ruhlarımızı düşüncelerimizi de arındırmamız gerekiyormuş. Küçük düşmüş olsam da bana bunu düşündüren insana minnettarım.
Babaannemin çocukken bize anlattığı bir kıssa vardı:
Dilenci kızını padişahın oğlu şehirde gezinirken görüp beğenir ve beğenmekle de kalmaz aşık olur. Ailesinden isteyip, kızın gönlünü yapıp kendine gelin eder. Kırk gün kırk gece düğün, ziyafet ve eğlenceden sonra dilenci kızı sarayda yaşamaya başlar. Saraya sultan olan genç kız her sabah odasına getirilen kahvaltı tepsisini pencerenin içindeki denizliğe koyup, pencere önünde diz çökerek; "Pencere, pencere ne olur, allah rızası için bana bir lokma ekmek ver" diye dilenmeden kahvaltısını yapmazmış.
Çocukluğumda dinlediğim bu kıssadan da hiç bir hisse alamamış olduğumu dinledikten 45-50 yıl sonra bu gece anladım. Bana gümüş tepside sunulan kahvaltı tepsisinden ekmek dilendim.
Erdem günümüzde az sözü edilen ve eskimiş ama henüz küçümsenemeyen bir kavram. Yeni değerlere yenik düşmüş de olsa bütün azameti ile yerinde duruyor ve gittikçe azalsa da toplum içinde pek çok insanda mevcut. Bizim kirli dünyamızdaki kirli ruhlarımız da erdemli bir insan ile karşılaştığımızda onlarda kötülük aramaya çalışıyor. Doğada çimlerin içinde elektrik prizi aramak gibi bir şey bu. Birbirlerine ait değiller. Ama ben bunu yaptım. Bana yalnız ve yalnız beni sevdiği için hiç karşılık beklemeden binbir zahmetle gece boyu dağ tepe otlatıp beslediği koyunlarından sağdığı sütü getiren insana "İçine su katmadın değil mi? lütfen bana getirdiğin sütü sulandırma" dedim; ve bunu birden çok kez yineledim. Erdemin sarayında kötülük aradım ve erdem dilendim. Karşımdaki erdemli insanı nasıl incittiğimi ve ona karşı ne kadar küçüldüğümü anlatmama gerek var mı?
Kirlenmiş dünyanın değerlerini eleştirirken kendi yozlaşmış ve kirlenmiş ruhlarımızı düşüncelerimizi de arındırmamız gerekiyormuş. Küçük düşmüş olsam da bana bunu düşündüren insana minnettarım.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Eşiniz/sevgilimiz bizi tıraşlı veya saçları yapılı görmek istiyorsa onun bu isteğini; pasaklı gezmeyi tercih eden biri de olsak göz önüne alır ve kendimize çeki düzen vermeye çalışırız. Zira o kişiyi seviyor ve onun beğenisine değer veriyoruzdur.
Sevdiğiniz kişi sizinle paylaştığı zamanda onun için önemli bir etkinliğe katılmanızı istiyorsa siz de o etkinliğe katılırsınız. Zira onu seviyor ve yaptığı etkinliklere değer veriyorsunuzdur.
Yaşam boyu yaptığımız hatalardan çıkardığımız dersler ve bu birikimin yaşam pratiğine uygulanması da değişimin en önemli bir bileşenidir.
3milyon vatandaşimız Avrupa ülkelerinde severek veya sevmeyerek yaşam biçimlerini; alışkanlıklarını, davranış biçimlerini, düşünce yapılarını değiştirmek zorunda kaldılar ve değiştiler. Yaşam biçimini, coğrafyasını, davranış biçimini, zevklerini, alışkanlıklarını iyiye güzele doğru yönde değiştirmek bilinçli ve ne yaptığını bilen insanlar için mümkündür!
Bütün bu gibi örnekler bizim zaman içinde değişimimizi oluşturan yapı taşlarıdır.
Eğer bir insan çevresi ile iletişim içindeyse, biraz düşünme yeteneği varsa, biraz özelestiri yeteneği varsa, yaşadığı toplumu gözlemleyebiliyorsa, ve değişimi gerektiren nedenlere saygısı ve sevgisi varsa elbette değişir. Yaşı ne olursa olsun, yetişmesindeki alışkanlıkları ne olursa olsun değişir. Yeter ki değişmekten korkmayalım.
Yedisinde ne ise yetmişinde de o olan adam 63 yıl aynı yerde durmuş demektir. Canı çıkan huyu çıkmayan insan değişime kapalı dar kafalı insandır. Mutlaka örnekleri de vardır. Ancak kötü örnek örnek değildir. O nedenle hiç bir zaman bir arkadaşınıza dostunuza "Sen böylesin değişemezsin" ve hatta "Sakın değişme ben seni olduğun gibi seviyorum" bile demeyin bence gizli bir hakaret bile içerebilir.
Sevdiğiniz kişi sizinle paylaştığı zamanda onun için önemli bir etkinliğe katılmanızı istiyorsa siz de o etkinliğe katılırsınız. Zira onu seviyor ve yaptığı etkinliklere değer veriyorsunuzdur.
Yaşam boyu yaptığımız hatalardan çıkardığımız dersler ve bu birikimin yaşam pratiğine uygulanması da değişimin en önemli bir bileşenidir.
3milyon vatandaşimız Avrupa ülkelerinde severek veya sevmeyerek yaşam biçimlerini; alışkanlıklarını, davranış biçimlerini, düşünce yapılarını değiştirmek zorunda kaldılar ve değiştiler. Yaşam biçimini, coğrafyasını, davranış biçimini, zevklerini, alışkanlıklarını iyiye güzele doğru yönde değiştirmek bilinçli ve ne yaptığını bilen insanlar için mümkündür!
Bütün bu gibi örnekler bizim zaman içinde değişimimizi oluşturan yapı taşlarıdır.
Eğer bir insan çevresi ile iletişim içindeyse, biraz düşünme yeteneği varsa, biraz özelestiri yeteneği varsa, yaşadığı toplumu gözlemleyebiliyorsa, ve değişimi gerektiren nedenlere saygısı ve sevgisi varsa elbette değişir. Yaşı ne olursa olsun, yetişmesindeki alışkanlıkları ne olursa olsun değişir. Yeter ki değişmekten korkmayalım.
Yedisinde ne ise yetmişinde de o olan adam 63 yıl aynı yerde durmuş demektir. Canı çıkan huyu çıkmayan insan değişime kapalı dar kafalı insandır. Mutlaka örnekleri de vardır. Ancak kötü örnek örnek değildir. O nedenle hiç bir zaman bir arkadaşınıza dostunuza "Sen böylesin değişemezsin" ve hatta "Sakın değişme ben seni olduğun gibi seviyorum" bile demeyin bence gizli bir hakaret bile içerebilir.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.İnsan değişir mi? Tarihe baktığımızda insanın zaman içinde ve şartlar karşisında değiştiğini biliyoruz. Ancak; bir kişinin değişimi yaşamı süresince mümkün mü? "Yedisinde ne ise yetmişinde de o dur" "Huylu huyundan vaz geçmez" gibisinden deyişler; Böyle bir değişimin mümkün olmadığını, veya çok zor olduğu kanısının yaygın olduğunu gösteriyor.
Peki öyle ise yaşam biçimimizi değiştirmeye kalktığımızda ne olacak? Sudan cıkmış balığa mı döneceğiz? Mutsuz mu olacağız? Pek çok insan yaşamı boyunca ister istemez değişimlere uğrar. Özellikle yaşam şeklimizde olan değişimler bizde de kalıcı etkiler yapar.
En basitinden bir örnek ile; yaşadığımız şehirden bir başka şehre taşındığımızda belki yeni yaşamaya başladığımız şehirde kolayca erişilebilir bir yürüyüş parkurunun olması, istiyorsak yeni bir yürüme alışkanlığı geliştirmemize neden olabilir. İstemesek bile doktorumuzun uyguladığı tedavi bize günde en az 45 dakika tempolu yürümeyi içeriyor ise; köşedeki bakkala bile arabayla giden bir kişi bile olsak bu tedaviyi uygulamak zorundayız. Bunu neden yaparız? Doktorumuz bunu yapmadığımız takdirde yaşam risklerinin artacağını söylediği için yaparız. Zira yaşamı seviyor ve doktorumuzun bilgisine değer veriyoruzdur.
Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız bize davranışlarımız konusunda ağır bir eleştiri getirdiğinde davranışlarımızı gözden geçiririz ve birazcık da özelestiri yeteneğimiz varsa söz konusu davranışlarımızı tekrar etmemeye çalışırız. Çünkü arkadaşımızı seviyor ve fikirlerine değer veriyoruzdur.
Peki öyle ise yaşam biçimimizi değiştirmeye kalktığımızda ne olacak? Sudan cıkmış balığa mı döneceğiz? Mutsuz mu olacağız? Pek çok insan yaşamı boyunca ister istemez değişimlere uğrar. Özellikle yaşam şeklimizde olan değişimler bizde de kalıcı etkiler yapar.
En basitinden bir örnek ile; yaşadığımız şehirden bir başka şehre taşındığımızda belki yeni yaşamaya başladığımız şehirde kolayca erişilebilir bir yürüyüş parkurunun olması, istiyorsak yeni bir yürüme alışkanlığı geliştirmemize neden olabilir. İstemesek bile doktorumuzun uyguladığı tedavi bize günde en az 45 dakika tempolu yürümeyi içeriyor ise; köşedeki bakkala bile arabayla giden bir kişi bile olsak bu tedaviyi uygulamak zorundayız. Bunu neden yaparız? Doktorumuz bunu yapmadığımız takdirde yaşam risklerinin artacağını söylediği için yaparız. Zira yaşamı seviyor ve doktorumuzun bilgisine değer veriyoruzdur.
Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız bize davranışlarımız konusunda ağır bir eleştiri getirdiğinde davranışlarımızı gözden geçiririz ve birazcık da özelestiri yeteneğimiz varsa söz konusu davranışlarımızı tekrar etmemeye çalışırız. Çünkü arkadaşımızı seviyor ve fikirlerine değer veriyoruzdur.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Ne güzel bir sözdür, “Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma” Kim bilir kaç bin yıllık bir sözdür. Bütün kültürlerde ve dillerde vardır mutlaka. Bireye karşısındakilerden iyilik beklerken kendisinin de iyi olması gerektiğini öğütler. Bütün toplumun birbirine karşı iyilik saygı ve sevgi ve barış ile yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli en basit altın kuraldır.
Bütün basit kurallar gibi bu kural da pek çok durumda ne yazık ki yetersiz kalmakta. Eğer birey başkalarından yaşamak istemediği olumsuz davranışlarla karşılaşırsa önüne çıkan iki seçeneği oluyor. Ya altın kuralı uygulamakta devam ediyor (ki bu büyük bir olgunluk gerektiriyor) ya da aynı olumsuz davranışları başkalarına uyguluyor. Zaman içinde durum daha da karmaşıklaşıyor. Karşısından gelecek olumsuz ve kötü davranışlara karşı önlemini ve savunma mekanizmalarını geliştiren kişi; bu altın kurala sarılıp isteyen herkes bana aynısını yapabilir ve bu beni üzmez o halde ben de bende başkalarına rahatça kötü davranabilirim düşüncesi ile kötülüklerine devam ediyor. Bu tür bireylerin çoğalması toplumda olması gereken iyilik, saygı, sevgi, barışın çürümesinin başlangıcı oluyor. Bireylerin yaşamı gelebilecek kötü davranışlara karşı sonu gelmeyecek önlem alma savunma uğraşısı oluyor. Savunma önlem alma uğraşısındada başarılı olduğu ölçüde diğerlerine kötü davranmayı hakettiğini düşünüyor. Bu şekilde sürdürülen kısır bir mücadele ile ve bu mücadelenin kutsallığını kendinden sonraki nesillere de öğreterek mutsuz saygısız sevgisiz yaşamlarını bitiriyorlar.
Bitirmeden önce; acaba bu sözü “Sana yapılmasını istemediğin kötülüğü sen de başkasına yapma” diye değiştirmek mümkün mü diye düşündüm. Ama insanlık neyin iyi neyin kötü olduğunu binlerce yıllık yazılı tarihinde kendine öğretememiş ki…Özellikle yalanın kötülüğün altın çağını yaşadığı kötülüğün yüceltildiği günümüzde…
Bütün basit kurallar gibi bu kural da pek çok durumda ne yazık ki yetersiz kalmakta. Eğer birey başkalarından yaşamak istemediği olumsuz davranışlarla karşılaşırsa önüne çıkan iki seçeneği oluyor. Ya altın kuralı uygulamakta devam ediyor (ki bu büyük bir olgunluk gerektiriyor) ya da aynı olumsuz davranışları başkalarına uyguluyor. Zaman içinde durum daha da karmaşıklaşıyor. Karşısından gelecek olumsuz ve kötü davranışlara karşı önlemini ve savunma mekanizmalarını geliştiren kişi; bu altın kurala sarılıp isteyen herkes bana aynısını yapabilir ve bu beni üzmez o halde ben de bende başkalarına rahatça kötü davranabilirim düşüncesi ile kötülüklerine devam ediyor. Bu tür bireylerin çoğalması toplumda olması gereken iyilik, saygı, sevgi, barışın çürümesinin başlangıcı oluyor. Bireylerin yaşamı gelebilecek kötü davranışlara karşı sonu gelmeyecek önlem alma savunma uğraşısı oluyor. Savunma önlem alma uğraşısındada başarılı olduğu ölçüde diğerlerine kötü davranmayı hakettiğini düşünüyor. Bu şekilde sürdürülen kısır bir mücadele ile ve bu mücadelenin kutsallığını kendinden sonraki nesillere de öğreterek mutsuz saygısız sevgisiz yaşamlarını bitiriyorlar.
Bitirmeden önce; acaba bu sözü “Sana yapılmasını istemediğin kötülüğü sen de başkasına yapma” diye değiştirmek mümkün mü diye düşündüm. Ama insanlık neyin iyi neyin kötü olduğunu binlerce yıllık yazılı tarihinde kendine öğretememiş ki…Özellikle yalanın kötülüğün altın çağını yaşadığı kötülüğün yüceltildiği günümüzde…
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Üre reçinesi adıyla da anılan madde, üre ve formaldehitin polimerleşmesi ile oluşur. Bu madde, bilinen ilk plastiklerden biridir. Bütün teknoloji ürünü madeler gibi öncelikle savaş endüstrisinde uçak pervanelerinin yapımında kullanılmıştır. Kontrplak gibi farklı yönlerde yapıştırılarak güçlendirilmiş ahşaptan yapılan uçak pervanelerinin imalatında; lamine ahşap katmanları arasına yapıştırıcı olarak ürereçinesi tatbik edilir. Ahşabın emerek lif dokusu içinde sertleşen reçine çok sağlam bir malzeme oluşturur.
Daha sonra bu maddenin sivil yaşamımıza nasıl girdiğini merak ediyorsanız; ülkemizde mobilya üretiminde 60 lı yıllarda kullanılmaya başlanılan üzeri çeşitli desenlerde olup, sudan bozulmayan ince plastik kaplamaları anımsayabiliriz. Baskı tekniği ile desen verilen beyaz bir kağıt ve alt kat manlarda kullanılan kraft kağıdına üre reçinesi emdirilerek elde edilen bu kaplama levhaları mobilyalarımızla evlerimize girdi. Yine formaldehit bazlı bağlayıcılar ile oluşturulan yonga levhalarla birlikte mobilya imalatında terör estirip bütün geleneksel marangoz detaylarını alt üst ettiler.
Bu “Formica” “Sunta” teröristleri bizim evimize de 1962 yılında girdi. O güne değin çekmecelerinde çatal kaşık bulundurulan, üzeri yeşil muşamba örtülü, masif ceviz tahtasından mamül kare masa salon-salomanjeli evimizin manje (!) kısmındaki yerini akçağaç desenli “Formica” masaya terk etti. “Formica” masa beraberinde üzeri camlı bir vitrin, altında yemek servislerinin saklanması için yapılmış bir büfe ve 8 sandalye ile birlikte salonun camlı bölme ile ayrılan yemek odasını işgal etmişti. Üzerinde camlı vitrin bulunan büfe ise benim için çok eğlenceli bir oyuncaktı. Bir bölümünün içinde iki katlı döner bir raf, içki içilmeyen evimizde içki şişelerin konulması için yapılmıştı. Sürgülü kapağı açıldığında içinde ışık yanardı. “Formica” pahalı olduğu için dolabın içi dişbudak kaplıydı. O yıllarda çocuk olmama rağmen dolabın içi bana çok daha güzel ve sıcak görünürdü. Emektar muşamba örtülü masamız gündelik kullanımda hizmete devam ettiğinden “Formica” masada yemek yediğimizi anımsamıyorum.
Aradan iki yıl geçmişti ki annem ve babam borca girip yeni bir daire satın aldılar. Kirada bulunduğumuz evden çıkıp yeni daireye taşındığımızda “Formica” yemek masası da yeni evimizde yerini buldu. Talihsiz masa ilk kezyaşamının ikinci yılında, yılbaşında yeni evin kutlaması için gelen akrabalara verilen yemekte işlevine uygun olarak kullanıldı. Masa ortadan iki yana çekilerek açılmış, ara parçası konularak uzatılmıştı. Annem çeyiz sandığındaki yine o güne dek hiç kullanmadığı çeyizinden damaskus dokuması beyaz yemek örtüsünü sermiş üzeri nakışlı peçeteler ile masayı donatmıştı. Masa bu olaydan sonra anne ve babamın çalışma masası olarak gündelik işlevine devam etti. “Formica” nın çizilmemesi parlaklığını kaybetmemesi için bej rengi etamin bir kumaşa kanaviçe işlenmiş bir örtü üzerinden hiç eksikedilmedi. Annemin doktora doçentlik tezlerinin hazırlanması, babamın sınav kağıtlarını değerlendirmesi, ya da özel ders öğrencilerinin aldıkları dersler hep o masa üzerinde gerçekleşiyordu
.Masanın ikinci kez açılıp uzatılarak kullanıldığını apartmanın tüm kat maliklerinin katıldığı iskan ruhsatı alınması için yapılan bir toplantıda şahit oldum. Bu toplantıda noterden gelen memur ile birlikte kanaviçe işlemeli etamin örtü de masada hazır bulunuyordu. Noter memurunun beraberinde getirdiği damga mürekkebi şişesinin devrilip üzerine dökülmesi ile örtü, günün anlam ve önemini anımsatan kalıcı bir hasara rağmen “Formica” yı kahramanca korumuştu. Kimyacı olan annemin uyguladığı çeşitli leke çıkarma yöntemleri ile hem bej rengi, hem de kanaviçe nakıştaki mor lale deseni yer yer soldu ama etamin örtü “Formica” yı koruma görevinden asla ayrılmadı.
Formica masanın daha sonra da bir kez ablama söz kesilirken açık büfe gibi kullanıldığını anımsıyorum.
Annem ve babam emekli olup İstanbul’a dönüş yaptıklarında İstanbul’daki yeni eve yeni bir yemek masası takımı alınmıştı. “Formica” masa da 20 yıl sonra ilk kez evin oldukça büyük mutfağında işlevine uygun bir günlük kullanıma kavuştu.
Babamın vefatından sonra boşaltılan İstanbul’daki evden gelen “Formica” masa onu çizilmemesi için koruyan fedakar kanaviçe örtüsü olmaksızın yalnız başına yağmurda güneşte kalarak çiftliğimdeki verandada 3 yıl kadir bilen bilmeyen dostlara verilen yemeklerde görevini fedakarca üstlendi.
Az önce kuzinemin kovasına attığım tutuşturmalık tahta kırıkları arasında “Formica” masanın son parçalarına da veda ettim. Anıların ve yanan masa parçalarının sıcaklığı odamı ve kahve suyumu ısıtırken son bir teşekkürü borç biliyorum.
S.Y
Daha sonra bu maddenin sivil yaşamımıza nasıl girdiğini merak ediyorsanız; ülkemizde mobilya üretiminde 60 lı yıllarda kullanılmaya başlanılan üzeri çeşitli desenlerde olup, sudan bozulmayan ince plastik kaplamaları anımsayabiliriz. Baskı tekniği ile desen verilen beyaz bir kağıt ve alt kat manlarda kullanılan kraft kağıdına üre reçinesi emdirilerek elde edilen bu kaplama levhaları mobilyalarımızla evlerimize girdi. Yine formaldehit bazlı bağlayıcılar ile oluşturulan yonga levhalarla birlikte mobilya imalatında terör estirip bütün geleneksel marangoz detaylarını alt üst ettiler.
Bu “Formica” “Sunta” teröristleri bizim evimize de 1962 yılında girdi. O güne değin çekmecelerinde çatal kaşık bulundurulan, üzeri yeşil muşamba örtülü, masif ceviz tahtasından mamül kare masa salon-salomanjeli evimizin manje (!) kısmındaki yerini akçağaç desenli “Formica” masaya terk etti. “Formica” masa beraberinde üzeri camlı bir vitrin, altında yemek servislerinin saklanması için yapılmış bir büfe ve 8 sandalye ile birlikte salonun camlı bölme ile ayrılan yemek odasını işgal etmişti. Üzerinde camlı vitrin bulunan büfe ise benim için çok eğlenceli bir oyuncaktı. Bir bölümünün içinde iki katlı döner bir raf, içki içilmeyen evimizde içki şişelerin konulması için yapılmıştı. Sürgülü kapağı açıldığında içinde ışık yanardı. “Formica” pahalı olduğu için dolabın içi dişbudak kaplıydı. O yıllarda çocuk olmama rağmen dolabın içi bana çok daha güzel ve sıcak görünürdü. Emektar muşamba örtülü masamız gündelik kullanımda hizmete devam ettiğinden “Formica” masada yemek yediğimizi anımsamıyorum.
Aradan iki yıl geçmişti ki annem ve babam borca girip yeni bir daire satın aldılar. Kirada bulunduğumuz evden çıkıp yeni daireye taşındığımızda “Formica” yemek masası da yeni evimizde yerini buldu. Talihsiz masa ilk kezyaşamının ikinci yılında, yılbaşında yeni evin kutlaması için gelen akrabalara verilen yemekte işlevine uygun olarak kullanıldı. Masa ortadan iki yana çekilerek açılmış, ara parçası konularak uzatılmıştı. Annem çeyiz sandığındaki yine o güne dek hiç kullanmadığı çeyizinden damaskus dokuması beyaz yemek örtüsünü sermiş üzeri nakışlı peçeteler ile masayı donatmıştı. Masa bu olaydan sonra anne ve babamın çalışma masası olarak gündelik işlevine devam etti. “Formica” nın çizilmemesi parlaklığını kaybetmemesi için bej rengi etamin bir kumaşa kanaviçe işlenmiş bir örtü üzerinden hiç eksikedilmedi. Annemin doktora doçentlik tezlerinin hazırlanması, babamın sınav kağıtlarını değerlendirmesi, ya da özel ders öğrencilerinin aldıkları dersler hep o masa üzerinde gerçekleşiyordu
.Masanın ikinci kez açılıp uzatılarak kullanıldığını apartmanın tüm kat maliklerinin katıldığı iskan ruhsatı alınması için yapılan bir toplantıda şahit oldum. Bu toplantıda noterden gelen memur ile birlikte kanaviçe işlemeli etamin örtü de masada hazır bulunuyordu. Noter memurunun beraberinde getirdiği damga mürekkebi şişesinin devrilip üzerine dökülmesi ile örtü, günün anlam ve önemini anımsatan kalıcı bir hasara rağmen “Formica” yı kahramanca korumuştu. Kimyacı olan annemin uyguladığı çeşitli leke çıkarma yöntemleri ile hem bej rengi, hem de kanaviçe nakıştaki mor lale deseni yer yer soldu ama etamin örtü “Formica” yı koruma görevinden asla ayrılmadı.
Formica masanın daha sonra da bir kez ablama söz kesilirken açık büfe gibi kullanıldığını anımsıyorum.
Annem ve babam emekli olup İstanbul’a dönüş yaptıklarında İstanbul’daki yeni eve yeni bir yemek masası takımı alınmıştı. “Formica” masa da 20 yıl sonra ilk kez evin oldukça büyük mutfağında işlevine uygun bir günlük kullanıma kavuştu.
Babamın vefatından sonra boşaltılan İstanbul’daki evden gelen “Formica” masa onu çizilmemesi için koruyan fedakar kanaviçe örtüsü olmaksızın yalnız başına yağmurda güneşte kalarak çiftliğimdeki verandada 3 yıl kadir bilen bilmeyen dostlara verilen yemeklerde görevini fedakarca üstlendi.
Az önce kuzinemin kovasına attığım tutuşturmalık tahta kırıkları arasında “Formica” masanın son parçalarına da veda ettim. Anıların ve yanan masa parçalarının sıcaklığı odamı ve kahve suyumu ısıtırken son bir teşekkürü borç biliyorum.
S.Y
Forum:
Yaşamdan Yazıtlar
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Mutlu olmanın yolu sizin için acı olan gerçekleri bilmemekten mi geçer?
Düşünen, gözlemleyen, araştıran, zeki bir insan acı da olsa gerçekleri görmeden, farkında olmadan kalabilir mi?
Acı olan gerçeklerin farkında olmak mutluluğa engel midir?
Mutlu olmak çok mu gereklidir?
Acı olan gerçeklere gözlerimizi kapatsak bile bir gün karşımıza çıkmayacak mı?
Mutsuz bir yaşam daha doğru gerçekci bir yaşam mıdır?
Bizi üzen gerçekler çok mu önemlidir?
Bizi üzen gerçeklerin önemsiz olduğuna kendimizi inandırmak daha mı doğrudur?
Gerçeklerin acı olduğu bir dünyada mutlu olabilmek için, gerçek olmayan bir “yaşam yalanı” mı oluşturmalı ya da bize öğretilen hazır yalanlardan birine mi sarılmalıyız?
“Ortalama bir insanın yaşam yalanının elinden alırsanız mutluluğunu da almış olursunuz” diyor Henrik İbsen Yaban Ördeği adlı oyununda. Bernard Shaw pek çok insanın yaşamın getirdiği tatsızlıkları idealizmleri ile maskeleyerek kendilerine bir “sahte yaşam” oluşturduklarını anlatır. Shaw, insanların gerçeklerden uzaklaştıkları derecede görüntüyü kurtarma uğruna kendilerine ve çevrelerindekilere zarar verdiğini savunuyor. Yaban Ördeği adlı oyunda Dr. Relling karakteri de karşı fikirdedir ve “yaşam yalanı”nın olmadığı takdirde gerçekler ile yüzleştiğinde yaşamını sürdüremeyecek bir insanın yaşamı ayakta tutmasının bir yolu olduğunu savunur. Don Quijote ise edebiyat tarihinin en tanınmış “yaşam yalancısı” olarak gösterilir. Ya kendinizle yüzleşirsiniz ya da yüzsüzleşirsiniz demiş Dostoyevski Toplama kamplarında yakılan insanlar ve Nazizmin işlediği bütün suçlar hakkında “Bilmek isteyen herkes olan biten her şeyin farkındaydı.” demişti konuştuğum yaşlı bir Alman kadın. Tercih bizim…ya gerçeklere göz yumup mutlu olacağız ya da ………. Ya da kendimizle yüzleşip gerçek bir temele oturan mutluluğu yakalamaya çalışacağız.
Düşünen, gözlemleyen, araştıran, zeki bir insan acı da olsa gerçekleri görmeden, farkında olmadan kalabilir mi?
Acı olan gerçeklerin farkında olmak mutluluğa engel midir?
Mutlu olmak çok mu gereklidir?
Acı olan gerçeklere gözlerimizi kapatsak bile bir gün karşımıza çıkmayacak mı?
Mutsuz bir yaşam daha doğru gerçekci bir yaşam mıdır?
Bizi üzen gerçekler çok mu önemlidir?
Bizi üzen gerçeklerin önemsiz olduğuna kendimizi inandırmak daha mı doğrudur?
Gerçeklerin acı olduğu bir dünyada mutlu olabilmek için, gerçek olmayan bir “yaşam yalanı” mı oluşturmalı ya da bize öğretilen hazır yalanlardan birine mi sarılmalıyız?
“Ortalama bir insanın yaşam yalanının elinden alırsanız mutluluğunu da almış olursunuz” diyor Henrik İbsen Yaban Ördeği adlı oyununda. Bernard Shaw pek çok insanın yaşamın getirdiği tatsızlıkları idealizmleri ile maskeleyerek kendilerine bir “sahte yaşam” oluşturduklarını anlatır. Shaw, insanların gerçeklerden uzaklaştıkları derecede görüntüyü kurtarma uğruna kendilerine ve çevrelerindekilere zarar verdiğini savunuyor. Yaban Ördeği adlı oyunda Dr. Relling karakteri de karşı fikirdedir ve “yaşam yalanı”nın olmadığı takdirde gerçekler ile yüzleştiğinde yaşamını sürdüremeyecek bir insanın yaşamı ayakta tutmasının bir yolu olduğunu savunur. Don Quijote ise edebiyat tarihinin en tanınmış “yaşam yalancısı” olarak gösterilir. Ya kendinizle yüzleşirsiniz ya da yüzsüzleşirsiniz demiş Dostoyevski Toplama kamplarında yakılan insanlar ve Nazizmin işlediği bütün suçlar hakkında “Bilmek isteyen herkes olan biten her şeyin farkındaydı.” demişti konuştuğum yaşlı bir Alman kadın. Tercih bizim…ya gerçeklere göz yumup mutlu olacağız ya da ………. Ya da kendimizle yüzleşip gerçek bir temele oturan mutluluğu yakalamaya çalışacağız.
Forum:
Yaşamdan Yazıtlar
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
Davetli olduğum yılbaşı partisinde davetlilerin çocukları sıkılmaya başlamışlardı. Meslektaşımın evindeki garajda restore edilmeyi bekleyen Alman işgalindan kalma sepetli askeri motosiklet oğlan çocuklarını eğlendirme işlevini tamamlamıştı. Meslekdaşımın oğlu elinde bir satranç kutusuyla dolaşıyordu. Tüm davetlilere sorup olumsuz cevap aldıktan sonra bana geldi ve satranç oynamak isteyip istemediğimi sordu. İyi bir oyuncu olmadığımı söyledim. On yaşında olduğunu ve satrancı yeni öğrendiğini söyledi, Kabul ettim, oynamaya başladık. Acemice hamleler yapıyor ben de oyun kurmaya çalışırken onun hamlelerini de boşa çıkarıyordum. Benim için zor bir rakip olmaktan çok uzaktı. Yenildi ve yenilgiyi kabul etmemişti; yeniden oynamak istedi. Taşları değiştirdik ben ilk oyunu almış olduğum için o beyazları bana bıraktı siyahlarla oynuyordu. Bu kez ona biraz abilik yapıyor yaptığı yanlış hamleleri gösteriyor yeniden ve dikkatli oynamasını ikaz ediyordum. Oyunun sonuna doğru onun oyunu kazanması için birkaç yanlış hamle yaptım. Gördü ve değerlendirdi. Oyunu , kazanmıştı ve kendi de inanamıyordu. Sevinçle babasına gitti, oyunu kazandığını anlatıyordu.
Annesi ve meslektaşım olan babası yeni ayrılmışlardı. Okuldan çıkınca büroya geliyor, mesai bitene kadar derslerini yapıyor, bilemediği bir problem ve ya bir soru olursa babasına değil bana soruyordu. Babasının işleri uzarsa benimle satranç oynayarak babasını beklerdi. Güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Çarşamba günlerinde yüzmeye cuma günleri futbola gidiyordu. Bir çarşamba günü babası bana katılması gereken toplantıya benim katılıp katılamayacağımı sordu. Jonas’ı doktora götürecekti. Dizinde bir ağrı olduğunu muhtemelen futbolda ters bir hareket yaptığını söyledi. Takip eden günlerde Jonas bacağı bandajlı ve koltuk değneğiyle gelmeye başladı. Ağrılı dizini kullanmasa da ağrısı devam ediyordu. Yüzme ve futbola ara vermişti. Matematik ödevlerini mutlaka benimle yapıyor , mesai sonrasında da satranç oynuyorduk. Satranç oyununda onu acımasızca yensem de fazla ağrılı olduğu ve keyifsiz olduğu günlerde oyunu ona kaptırmaya özen gösteriyordum. Morali düzeliyor, babasıyla eve giderken büroyu neşeyle terk ediyordu.
Babası Jonas’ın rahatsızlığı nedeniyle sık sık işten izin alıp tahlilerle uğraşıyordu. Üzerinde çalıştığımız proje ile ilgili pek çok iş bana kalmıştı. Büroda daha fazla zaman geçiriyor geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalıyordum. Bu arada şantiyede imalat ve projelendirme toplantıları da bana kalmıştı. Birgün şantiye toplantısından sonra tadilat yapmamız gereken bir bodrum katına ölçüm yapmak için indim. Sığnak olarak ayrılmış bölüme girdiğimde sığnak içinde küçük bir bölme vardı. Kilitli olduğu için giremiyordum. Şirketin bina bakım görevlisine sorduğumda şirketin sivil savunma yetkilisinden anahtar alabileceğimi söyledi. Üst kata çıkıp sivilsavunma yetkilisini buldum. Oranın eski bir depo olduğunu sivil savunma ile ilgili gereksiz eski eşyaların bulunduğunu söyledi. Çekmecesinden çıkardığı bir anahtar demetini alıp benimle birlikte aşağı geldi. Odayı açtığında “Bunların hepsi ömrünü doldurmuş, tasviye edilmesi gereken sivilsavunma malzemeleri” dedi. Duvar kenarında sığnakta aydınlanmayı sağlamak üzere elektrik ürtemek için dinamo çevirmeye yarayan bisikletler, su süzmek için filtreler, boş cam damacanalar, mutfak eşyaları, yemek pişirmek için büyük tencereler çocukluğumdan hatırladığım İsveç malı Primus marka gaz ocakları ile ilginç bir yerdi ve hepsi bir antikacı için ilginç objelerdi. Tozlu raflar ve sandıklar haki renge boyanmış silindirik metal kutularla doluydu. Sandıkların üzeri Almanca yazılıydı. Silindirik kutulardan birini aldım. Üzerinde omuza asmaya yaradığını sandığım bir uzun meşin kayış bir de kısa bir meşin kayış vardı. Kutuyu açtığımda kapağın içinde silindirik üzeri delikli bir metal obje kutunun içinde ise kalın dokulu muşamba kaplamalı bir kumaş ve yine meşin kayışlar dikili bir şey vardı. Çıkarıp baktığımda eski bir gaz maskesi olduğunu anladım. Kutunun iç cıdarına iliştirilmiş bir metal cebe yerleştirilmiş bir kâğıtta Almanca maskenin kullanım kılavuzu yine aynı cebin kenarındaki klipslere tutturulmuş ağzı eritilerek kapatılmış cam tüpler vardı. Cam tüplerin içinde zehirli gazların tahlilini yapmak için doldurulmuş toz kimyasallar vardı. Üzrindeki etikette tüp içindeki indikatörün hangi gazlarda tepki vereceği yazılıydı. Fosgen, Tabun, Sarin, Soman vb.
Kutunun dibinde kapakta yer alan ve maskenin ağız kısmına gelen deliğin etrafındaki metal çembere vidalanarak tutturulan filtre kartuşları bulunuyordu. Üzerlerinde yine etkili olduğu gaz türleri bir Alman hassasiyetiyle eksiksiz yazılıydı. Kullanma klavuzunda da farklı gazların zehirlenme belirtileri ve ilk yardım yöntemleri anlatılıyordu. Sivilsavunma yetkilisi hepsinin tasviye edileceğini söyleyince bir tanesini alıp alamayacağımı sordum. Verdiği cevap eksiksiz bir kimyasal savaş kitine sahip olmamı sağlamıştı. Hem de yıllar öncesinden; ikinci dünya savaşından. Ölçümlerimi yapıp eskizlerimi tamamladım ve büroya döndüm. Meslektaşım ve oğlu oradaydılar. Babanın yüzüne baktığımda ciddi bir sorun olduğunu anlamıştım. Ne olduğunu sorduğumda Jonas’ın dizindeki soruna teşhis konduğunu kanser olduğunun kesinleştiğini söyledi. Üstelik kemik iliğinden vücuda kolayca yayılma rizkinin çok büyük olduğunu da anlatmış doktor. Jonas babasının yüzünden olayın vahametini anlamış korkulu, gözlerle bakıyordu. Satranç oynamak için de ısrar etmedi. Her ikisinin de morali dibe vurmuştu. Omuzumda asılı haki metal kutuyu aldım Jonas’a uzattım. Merakla “Ne var içinde?” diye sordu. Aç bak dedim. Kutuyu açtı pek bir anlam veremedi. İçindeki maskeyi çıkardığında her oğlan çocuğunda çok olası bir tepkiyle gözleri büyüdü. “İkinci dünya savaşından kalma bir gaz maskesi” dedim. Hemen kafasına geçirdi filtrelerden birini maskeye taktım. Konuştukları boğuk bir ses ile geliyordu. Maskeyi çıkardım, ona Fosgeni Sarin gazını anlattım. İlgiyle dinliyordu. Neşelenmişti. Önce bir siren sesi çıkardı acleyle maskeyi takıp bir nazi askeri oldu. Babasının da düşünceleri dağılmıştı. “Savaştan kalma bir motosikletimiz vardı şimdi bir de gaz maskemiz var. Sen motosikleti restore ettiğinde gezerken ben de maskemi takıp sepette oturabilirim” dedi babasına. Umutla gülümsedi babası.
Jonas kemoterapiye başlamış, saçları dökülmüştü Kemoterapi seansları onu yorgun düşürmüş olmasına rağmen çocuksu neşesinden fazla bir şey kaybetmemişti. Birgün bürodaki masamda çalışırken birden bire kapı açıldı ve masamın üzerine tüylü bir şey düştü. İrkilmiş yerimden sıçramıştım; şaşkınlıkla kapıya baktım koltuk değnekleriyle Jonas Kapıda duruyor kahkahalarla gülüyordu. Kafasında dökülen saçları gizlemek için kullandığı peruğu masama fırlatmıştı. Babasıyla büroya daha az geliyordu geldiğinde satranç oynamayı ihmal etmiyorduk. Artık güzel oynasa da onu yenmek çok zor olmuyordu. Yenilgiyi de olgunlukla karşılıyor daha iyi oynamak için gayret gösteriyor, zekice oyunlar kuruyordu. Babası işe daha az zaman ayırmak zorundaydı. Günlerce uğramadığı oluyordu.
Birgün yine bir toplantıdan büroya geldiğimde babasının büroda olduğunu gördüm yanına gittiğimde çizim masasının altına serilmiş bir uyku tulumu altlığının üzerinde Yüzüstü uyuyan Jonas’ı gördüm. Bir bacağı kesilmişti, pantolonu itina ile katlanıp çengelli iğne ile tutturulmuştu. Peruğunu çıkarmış başının altına koymuştu. Şaşkınlık içindeydim. Babasının yüzüne baktım, metin olmaya çalışarak fısıldayarak önceki hafta kesildiğini anlattı. Gözlerimden boşalan yaşlarla babasına sarıldım. Onu da ağlatmıştım. Sessizce odadan çıktık. Yayılma rizkini azaltmak için gerekliymiş.
İlerleyen zamanda Jonas babasıyla daha sık büroya gelmeye başladı. Gittikçe erimesine rağmen neşesinden ve ilgisinden bir şey kaybetmiyordu. Gaz maskesi olayından sonra savaşta kullanılan gazlarla çok ilgilenmeye başlamıştı. Sürekli sorular soruyor, onun sorularını cevaplayabilmek için ansiklopediler okuyor kimyasal formüllerini öğreniyor etkilerini korunma yöntemi ve tedavi yöntemlerini öğreniyordum. Kimya öylesine ilgisini çekiyordu ki periyodik sistemdeki pek çok elementi öğrenmişti. Birgün bana “Acaba insan öldürmek için icad edilen bu gazlar gibi, benim kanser hücrelerimi öldürmek için de gazlar icad edilebilir mi? Bir koklayıp iyileşsem” dedi. Ben de ona gördüğü kemoterapini o işe yaradığını anlattım.
Jonas iş yerinde babasının da benim de çok zamanımızı aldığından bir haftasonu mesai yapıp birlikte projenin eksik yanlarını çözmeye karar vermiştik. Cumartesi sabahı büroda buluştuk. Jonas bizi yalnız bıraktı beraberinde getirdiği kitaplara gömüldü. Babasıyla işimizi bitirdiğimizde hepimiz acıkmıştık. Bir pizza siparişi verdik. Beklerken Jonas satranç kutusunu getirdi. Pizza oyun bitmeden gelmişti. Hep birlikte saldırdık ancak birkaç lokmadan sonra Jonas’ın yüzü buruştu, öğürerek koltuk değneklerini kavradı tuvalete koştu. Kusuyordu, bitkindi, yüzü kireç gibi olmuştu. Onu çizim masası altındaki uyku tulumu atlığına yatırdık. Biraz sonra geldi. Yarım kalam satranç oyunumuzun başına oturdu. Bana bakıyordu. “Şimdi iyi değilsin sonra devam ederiz” dedim. Kafasını salladı “Sonra olmaz” dedi. “Neden olmasın, ben pozisyonu not ederim ikimiz de bir kopyasını alırız, sen evde oyunlarını kurar gelirsin” dedim ama ikna olmadı. Kafamı zor topluyordum ilgimi oyuna yoğunlaştırmakta zorlanıyordum. Dikkatim dağılmıştı, onun “Şah ve mat” demesiyle irkildim. Dikkatli baktığımda gerçekten güzel bir hamleyle mat yaptığını gördüm. Elimi uzatıp tebrik ettim. Gözlerimin içine baktı; “Öleceğimi bildiğin için kasten yenildin, değil mi?” dedi. “Böyle konuşursan birdaha seninle oynamam” diyebildim. Ve oynayamadım…
Imza : S.Y
Annesi ve meslektaşım olan babası yeni ayrılmışlardı. Okuldan çıkınca büroya geliyor, mesai bitene kadar derslerini yapıyor, bilemediği bir problem ve ya bir soru olursa babasına değil bana soruyordu. Babasının işleri uzarsa benimle satranç oynayarak babasını beklerdi. Güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Çarşamba günlerinde yüzmeye cuma günleri futbola gidiyordu. Bir çarşamba günü babası bana katılması gereken toplantıya benim katılıp katılamayacağımı sordu. Jonas’ı doktora götürecekti. Dizinde bir ağrı olduğunu muhtemelen futbolda ters bir hareket yaptığını söyledi. Takip eden günlerde Jonas bacağı bandajlı ve koltuk değneğiyle gelmeye başladı. Ağrılı dizini kullanmasa da ağrısı devam ediyordu. Yüzme ve futbola ara vermişti. Matematik ödevlerini mutlaka benimle yapıyor , mesai sonrasında da satranç oynuyorduk. Satranç oyununda onu acımasızca yensem de fazla ağrılı olduğu ve keyifsiz olduğu günlerde oyunu ona kaptırmaya özen gösteriyordum. Morali düzeliyor, babasıyla eve giderken büroyu neşeyle terk ediyordu.
Babası Jonas’ın rahatsızlığı nedeniyle sık sık işten izin alıp tahlilerle uğraşıyordu. Üzerinde çalıştığımız proje ile ilgili pek çok iş bana kalmıştı. Büroda daha fazla zaman geçiriyor geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalıyordum. Bu arada şantiyede imalat ve projelendirme toplantıları da bana kalmıştı. Birgün şantiye toplantısından sonra tadilat yapmamız gereken bir bodrum katına ölçüm yapmak için indim. Sığnak olarak ayrılmış bölüme girdiğimde sığnak içinde küçük bir bölme vardı. Kilitli olduğu için giremiyordum. Şirketin bina bakım görevlisine sorduğumda şirketin sivil savunma yetkilisinden anahtar alabileceğimi söyledi. Üst kata çıkıp sivilsavunma yetkilisini buldum. Oranın eski bir depo olduğunu sivil savunma ile ilgili gereksiz eski eşyaların bulunduğunu söyledi. Çekmecesinden çıkardığı bir anahtar demetini alıp benimle birlikte aşağı geldi. Odayı açtığında “Bunların hepsi ömrünü doldurmuş, tasviye edilmesi gereken sivilsavunma malzemeleri” dedi. Duvar kenarında sığnakta aydınlanmayı sağlamak üzere elektrik ürtemek için dinamo çevirmeye yarayan bisikletler, su süzmek için filtreler, boş cam damacanalar, mutfak eşyaları, yemek pişirmek için büyük tencereler çocukluğumdan hatırladığım İsveç malı Primus marka gaz ocakları ile ilginç bir yerdi ve hepsi bir antikacı için ilginç objelerdi. Tozlu raflar ve sandıklar haki renge boyanmış silindirik metal kutularla doluydu. Sandıkların üzeri Almanca yazılıydı. Silindirik kutulardan birini aldım. Üzerinde omuza asmaya yaradığını sandığım bir uzun meşin kayış bir de kısa bir meşin kayış vardı. Kutuyu açtığımda kapağın içinde silindirik üzeri delikli bir metal obje kutunun içinde ise kalın dokulu muşamba kaplamalı bir kumaş ve yine meşin kayışlar dikili bir şey vardı. Çıkarıp baktığımda eski bir gaz maskesi olduğunu anladım. Kutunun iç cıdarına iliştirilmiş bir metal cebe yerleştirilmiş bir kâğıtta Almanca maskenin kullanım kılavuzu yine aynı cebin kenarındaki klipslere tutturulmuş ağzı eritilerek kapatılmış cam tüpler vardı. Cam tüplerin içinde zehirli gazların tahlilini yapmak için doldurulmuş toz kimyasallar vardı. Üzrindeki etikette tüp içindeki indikatörün hangi gazlarda tepki vereceği yazılıydı. Fosgen, Tabun, Sarin, Soman vb.
Kutunun dibinde kapakta yer alan ve maskenin ağız kısmına gelen deliğin etrafındaki metal çembere vidalanarak tutturulan filtre kartuşları bulunuyordu. Üzerlerinde yine etkili olduğu gaz türleri bir Alman hassasiyetiyle eksiksiz yazılıydı. Kullanma klavuzunda da farklı gazların zehirlenme belirtileri ve ilk yardım yöntemleri anlatılıyordu. Sivilsavunma yetkilisi hepsinin tasviye edileceğini söyleyince bir tanesini alıp alamayacağımı sordum. Verdiği cevap eksiksiz bir kimyasal savaş kitine sahip olmamı sağlamıştı. Hem de yıllar öncesinden; ikinci dünya savaşından. Ölçümlerimi yapıp eskizlerimi tamamladım ve büroya döndüm. Meslektaşım ve oğlu oradaydılar. Babanın yüzüne baktığımda ciddi bir sorun olduğunu anlamıştım. Ne olduğunu sorduğumda Jonas’ın dizindeki soruna teşhis konduğunu kanser olduğunun kesinleştiğini söyledi. Üstelik kemik iliğinden vücuda kolayca yayılma rizkinin çok büyük olduğunu da anlatmış doktor. Jonas babasının yüzünden olayın vahametini anlamış korkulu, gözlerle bakıyordu. Satranç oynamak için de ısrar etmedi. Her ikisinin de morali dibe vurmuştu. Omuzumda asılı haki metal kutuyu aldım Jonas’a uzattım. Merakla “Ne var içinde?” diye sordu. Aç bak dedim. Kutuyu açtı pek bir anlam veremedi. İçindeki maskeyi çıkardığında her oğlan çocuğunda çok olası bir tepkiyle gözleri büyüdü. “İkinci dünya savaşından kalma bir gaz maskesi” dedim. Hemen kafasına geçirdi filtrelerden birini maskeye taktım. Konuştukları boğuk bir ses ile geliyordu. Maskeyi çıkardım, ona Fosgeni Sarin gazını anlattım. İlgiyle dinliyordu. Neşelenmişti. Önce bir siren sesi çıkardı acleyle maskeyi takıp bir nazi askeri oldu. Babasının da düşünceleri dağılmıştı. “Savaştan kalma bir motosikletimiz vardı şimdi bir de gaz maskemiz var. Sen motosikleti restore ettiğinde gezerken ben de maskemi takıp sepette oturabilirim” dedi babasına. Umutla gülümsedi babası.
Jonas kemoterapiye başlamış, saçları dökülmüştü Kemoterapi seansları onu yorgun düşürmüş olmasına rağmen çocuksu neşesinden fazla bir şey kaybetmemişti. Birgün bürodaki masamda çalışırken birden bire kapı açıldı ve masamın üzerine tüylü bir şey düştü. İrkilmiş yerimden sıçramıştım; şaşkınlıkla kapıya baktım koltuk değnekleriyle Jonas Kapıda duruyor kahkahalarla gülüyordu. Kafasında dökülen saçları gizlemek için kullandığı peruğu masama fırlatmıştı. Babasıyla büroya daha az geliyordu geldiğinde satranç oynamayı ihmal etmiyorduk. Artık güzel oynasa da onu yenmek çok zor olmuyordu. Yenilgiyi de olgunlukla karşılıyor daha iyi oynamak için gayret gösteriyor, zekice oyunlar kuruyordu. Babası işe daha az zaman ayırmak zorundaydı. Günlerce uğramadığı oluyordu.
Birgün yine bir toplantıdan büroya geldiğimde babasının büroda olduğunu gördüm yanına gittiğimde çizim masasının altına serilmiş bir uyku tulumu altlığının üzerinde Yüzüstü uyuyan Jonas’ı gördüm. Bir bacağı kesilmişti, pantolonu itina ile katlanıp çengelli iğne ile tutturulmuştu. Peruğunu çıkarmış başının altına koymuştu. Şaşkınlık içindeydim. Babasının yüzüne baktım, metin olmaya çalışarak fısıldayarak önceki hafta kesildiğini anlattı. Gözlerimden boşalan yaşlarla babasına sarıldım. Onu da ağlatmıştım. Sessizce odadan çıktık. Yayılma rizkini azaltmak için gerekliymiş.
İlerleyen zamanda Jonas babasıyla daha sık büroya gelmeye başladı. Gittikçe erimesine rağmen neşesinden ve ilgisinden bir şey kaybetmiyordu. Gaz maskesi olayından sonra savaşta kullanılan gazlarla çok ilgilenmeye başlamıştı. Sürekli sorular soruyor, onun sorularını cevaplayabilmek için ansiklopediler okuyor kimyasal formüllerini öğreniyor etkilerini korunma yöntemi ve tedavi yöntemlerini öğreniyordum. Kimya öylesine ilgisini çekiyordu ki periyodik sistemdeki pek çok elementi öğrenmişti. Birgün bana “Acaba insan öldürmek için icad edilen bu gazlar gibi, benim kanser hücrelerimi öldürmek için de gazlar icad edilebilir mi? Bir koklayıp iyileşsem” dedi. Ben de ona gördüğü kemoterapini o işe yaradığını anlattım.
Jonas iş yerinde babasının da benim de çok zamanımızı aldığından bir haftasonu mesai yapıp birlikte projenin eksik yanlarını çözmeye karar vermiştik. Cumartesi sabahı büroda buluştuk. Jonas bizi yalnız bıraktı beraberinde getirdiği kitaplara gömüldü. Babasıyla işimizi bitirdiğimizde hepimiz acıkmıştık. Bir pizza siparişi verdik. Beklerken Jonas satranç kutusunu getirdi. Pizza oyun bitmeden gelmişti. Hep birlikte saldırdık ancak birkaç lokmadan sonra Jonas’ın yüzü buruştu, öğürerek koltuk değneklerini kavradı tuvalete koştu. Kusuyordu, bitkindi, yüzü kireç gibi olmuştu. Onu çizim masası altındaki uyku tulumu atlığına yatırdık. Biraz sonra geldi. Yarım kalam satranç oyunumuzun başına oturdu. Bana bakıyordu. “Şimdi iyi değilsin sonra devam ederiz” dedim. Kafasını salladı “Sonra olmaz” dedi. “Neden olmasın, ben pozisyonu not ederim ikimiz de bir kopyasını alırız, sen evde oyunlarını kurar gelirsin” dedim ama ikna olmadı. Kafamı zor topluyordum ilgimi oyuna yoğunlaştırmakta zorlanıyordum. Dikkatim dağılmıştı, onun “Şah ve mat” demesiyle irkildim. Dikkatli baktığımda gerçekten güzel bir hamleyle mat yaptığını gördüm. Elimi uzatıp tebrik ettim. Gözlerimin içine baktı; “Öleceğimi bildiğin için kasten yenildin, değil mi?” dedi. “Böyle konuşursan birdaha seninle oynamam” diyebildim. Ve oynayamadım…
Imza : S.Y
Forum:
Yaşamdan Yazıtlar
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Yeni işe başlamış bir mimardım. İşim gereği katılmam gereken toplantılara veya şantiyelere taksi ile gidiyordum. Bir gün patronum özel bir araba edinmemi tavsiye etti ve bunun için bana gerekli kredi yardımı yapabileceğini söyledi. Bir haftasonu ikinci el arabaların satıldığı bir mezattan kullanılmış bir araba satınaldım. Yaşı ve kilometresi fazla olmamasına rağmen otomobilden hiç anlamadığım için kötü kullanılmış olduğunu bilemezdim. Kısa zaman içinde aldığım arabanın bir sürü arızası baş gösterdi. Motoru yağ kaçırıyor, start sorunları yaşıyor ve daha pek çok can sıkıcı sorun günlük işlerimi aksatmaya başlamıştı. Evet bir hata yapmıştım yeterli bilgim olmadığından hatalı bir mal almıştım. Arıza çıkaran her parçayı tamir etmek ya da değiştirmek yerine aklıma bir cin fikir geldi. Motoru tamamen değiştirmeye karar verdim. Almanya’ya sıfır bir motor siparişi verdim. Tamirci parası çok tutacağından bir garaj kiraladım bir hafta sonu eski motoru söküp işten anlayan bir arkadaşımın da yardımıyla yeni motoru yerine yerleştirdim. Bu arada debriyaj, balata, baskı bilya ve benzeri güç aktarma aksamını da değiştirmiştim. 16 saat süren bir çalışmanın sonunda bitkin bir halde kontağı çevirdiğimde arabanın çalışması yorgunluğumu azaltmıştı. Garajdan çıkıp eve geldim. Artık sorun çıkarmayacağını düşündüğüm, motoru yepyeni bir arabam vardı. Hayatımda yaşadığım ilklerde yaptığım bir hatayı yeni bir konuda bilgi ve beceri edinerek emek harcayarak düzeltmiştim. Huzurluydum.
Ancak otomobil denilen aletin motordan ibaret olmadığını anlamam çok sürmedi. Eksoz, fren balatası, amortisör gibi diğer aksamları da zaman içinde değiştiriyor sürekli zaman harcıyordum. Artık arabam benim bir hobim, arkadaşım olmuştu. Hafta sonlarını onunla geçiriyor her tamirat seansında yeni bir yerini öğreniyor onu daha iyi tanıyordum. Ona harcadığım emek ona olan sevgimi de arttırıyordu; onu daha çok sevmeye başlamıştım.
Bir gün yeni evli bir arkadaş çift ev ihtiyaçlarını almak üzere şehir dışında büyük bir mobilya ve interiyör mağazasına gitmek için benden yardım istemişlerdi. Hafatasonu için onlara söz verdim. Ama hafta içinde ön sağ tekerleğimden bir ses gelmeye başlamıştı. Hemen parçacıya gidipyeni bir rulman satınaldım. Ama haftasonu gelmeden değiştirecek zamanım yoktu arkadaşlarıma söz vermiştim. Cumartesi sabahı arkadaşlarımı alıp şehir dışındaki mobilya mağazasına yola çıktık. Kulağımı sürekli ön sağ tekerlekten gelen sesten ayıramıyordum. Gittikçe ses büyüyordu yoksa benim algımda mı büyüyordu bilemiyorum. Sanki beynimin içinde bir değirmen taşı gibi ruhumu öğütüyordu… Sorunun daha da büyüyeceği düşüncesi ile içim içimi yiyiyordu. Hiç ilgilenmemeye çalışarak bütün gün arabayı kullandım. Arkadaşlarımı evlerine bırakıp arabamı park ettim.
Ertesi gün bütün takımlarımı, tamir aletlerimi toplayıp ofisimin bulunduğu binanına avlusunda işe giriştim. Tekerleği ve önündeki diğer parçaları söküp bozulan rulmana ulaştım. Ama mümkün mü sökmek… bilyalar dağılmış rulman parçaları aks metaline neredeyse kaynamış. Uzun uğraşlardan sonra biraz da aksı yaralayarak çıkardım; ve yeni rulmanı yağlayıp yerine taktım. İş bittiğinde bir tur attım ve evime gittim. Ses kesilmişti; acak aksı yaraladığım için o günden sonra ön sağ tekerlek rulmanı çok sık arıza vermeye başlamıştı. Arabam beni ikazlarına zamanında kulak vermediğim için cezalandırıyordu.
Bu kadar araba tamiri hikayesini neden mi anlatıyorum. Kendimiz de hayatımıza giren insanlar da benim ilk otomobilimin yaşamındaki gibi kötü bakılmış, kötü deneyimler atlatmışsa; ne kadar iyi olursak olalım, ne kadar ihtimam görürsek görelim, sevgiyle sahiplenilsek de mutlaka günün birinde bir yerden bir arıza çıkıyor. Hele bir de zamanında eldeki olanaklarla iyi tamir edilemediyse benim arabamın ön sağ tekerleğinin bilyası gibi aynı arızayı tekrar tekrar yaşamamıza neden oluyor. En keyifli tatilinizde bile hiç beklenmedik bir anda ön sağ tekerlekten gelen bir ses beynimizin içini bir değirmen taşı gibi öğütmeye başlıyor.
Hele bizim ülkemiz gibi trafiğin bir keşmekeş olduğu, yolların kötü olduğu, insanların çıkan arızaları gidermek için kısıtlı bütçeleri olduğu sağlıksız topumlarda hasarsız insanla karşılaşmak öylesine zor oluyor ki; Hepimiz ya ön tekerlek bilyamızdan ya amortisörümüzden, ya şanzımanımızdan bir yerden arıza veriyoruz. Ne yazık ki kaportacıların mükemel yaptığı macunun ve boyanın altından paslanma da devam ediyor.
Imza : S.Y.
Benim hikayem degildir
Ancak otomobil denilen aletin motordan ibaret olmadığını anlamam çok sürmedi. Eksoz, fren balatası, amortisör gibi diğer aksamları da zaman içinde değiştiriyor sürekli zaman harcıyordum. Artık arabam benim bir hobim, arkadaşım olmuştu. Hafta sonlarını onunla geçiriyor her tamirat seansında yeni bir yerini öğreniyor onu daha iyi tanıyordum. Ona harcadığım emek ona olan sevgimi de arttırıyordu; onu daha çok sevmeye başlamıştım.
Bir gün yeni evli bir arkadaş çift ev ihtiyaçlarını almak üzere şehir dışında büyük bir mobilya ve interiyör mağazasına gitmek için benden yardım istemişlerdi. Hafatasonu için onlara söz verdim. Ama hafta içinde ön sağ tekerleğimden bir ses gelmeye başlamıştı. Hemen parçacıya gidipyeni bir rulman satınaldım. Ama haftasonu gelmeden değiştirecek zamanım yoktu arkadaşlarıma söz vermiştim. Cumartesi sabahı arkadaşlarımı alıp şehir dışındaki mobilya mağazasına yola çıktık. Kulağımı sürekli ön sağ tekerlekten gelen sesten ayıramıyordum. Gittikçe ses büyüyordu yoksa benim algımda mı büyüyordu bilemiyorum. Sanki beynimin içinde bir değirmen taşı gibi ruhumu öğütüyordu… Sorunun daha da büyüyeceği düşüncesi ile içim içimi yiyiyordu. Hiç ilgilenmemeye çalışarak bütün gün arabayı kullandım. Arkadaşlarımı evlerine bırakıp arabamı park ettim.
Ertesi gün bütün takımlarımı, tamir aletlerimi toplayıp ofisimin bulunduğu binanına avlusunda işe giriştim. Tekerleği ve önündeki diğer parçaları söküp bozulan rulmana ulaştım. Ama mümkün mü sökmek… bilyalar dağılmış rulman parçaları aks metaline neredeyse kaynamış. Uzun uğraşlardan sonra biraz da aksı yaralayarak çıkardım; ve yeni rulmanı yağlayıp yerine taktım. İş bittiğinde bir tur attım ve evime gittim. Ses kesilmişti; acak aksı yaraladığım için o günden sonra ön sağ tekerlek rulmanı çok sık arıza vermeye başlamıştı. Arabam beni ikazlarına zamanında kulak vermediğim için cezalandırıyordu.
Bu kadar araba tamiri hikayesini neden mi anlatıyorum. Kendimiz de hayatımıza giren insanlar da benim ilk otomobilimin yaşamındaki gibi kötü bakılmış, kötü deneyimler atlatmışsa; ne kadar iyi olursak olalım, ne kadar ihtimam görürsek görelim, sevgiyle sahiplenilsek de mutlaka günün birinde bir yerden bir arıza çıkıyor. Hele bir de zamanında eldeki olanaklarla iyi tamir edilemediyse benim arabamın ön sağ tekerleğinin bilyası gibi aynı arızayı tekrar tekrar yaşamamıza neden oluyor. En keyifli tatilinizde bile hiç beklenmedik bir anda ön sağ tekerlekten gelen bir ses beynimizin içini bir değirmen taşı gibi öğütmeye başlıyor.
Hele bizim ülkemiz gibi trafiğin bir keşmekeş olduğu, yolların kötü olduğu, insanların çıkan arızaları gidermek için kısıtlı bütçeleri olduğu sağlıksız topumlarda hasarsız insanla karşılaşmak öylesine zor oluyor ki; Hepimiz ya ön tekerlek bilyamızdan ya amortisörümüzden, ya şanzımanımızdan bir yerden arıza veriyoruz. Ne yazık ki kaportacıların mükemel yaptığı macunun ve boyanın altından paslanma da devam ediyor.
Imza : S.Y.
Benim hikayem degildir
Forum:
Yaşamdan Yazıtlar
Yorumlar
Yorum Yok
Yazar:
AdM
.Havagazı önemli bir keşif olmakla birlikte bir lükstü de. Çünkü XIX. yüzyılın ilk, on yılı içinde asıl sorun yiyecek ve savunmaktı.
Savunma: Daha önce de dediğimiz gibi bakır piyasasını İngilizler tutuyorlardı ve bu madeni, çanları eriterek elde etmişlerdi. Güherçile de, ülkede çıkmadığından, barut imal etmek için nemli mahzenlerin duvarlarında kendiliğinden meydana gelen maddeyi kazıyorlardı. Karbon, kükürt ve güherçilenin karışımından meydana gelen barut yalnız savaşlarda değil, maden ocaklarında ve yapı mühendisliğinde de kullanılmaktaydı. XIX. yüzyılın sonlarında Nobel dinamiti icat edinceye kadar barutun bileşimi değişmedi Fransız kimyacıları Henri Braconnot (1780-1855) ve Jules Pelouze (1807-1867) 1830’da nitroselülozu. Alman Christian Friedrich Schoenbein (1799-1868) pamuk-barutu ve Torinolu Ascanio Sobrero da 1846’da nitrogliserini bulmuşlardı. Ancak, nitroselüloz olsun, nitrogliserin olsun işlenmez, hatta yararlanılmaz patlayıcılar halindeydiler. Bunları Nobel işledi.
Yiyecek: İlk iş olarak, Amerika’dan getirilmekte olan fakat İngilizler yolu kapattıkları için müthiş sıkıntısı çekilen şekerkamışının yerini tutabilecek başka bir şey bulmak gerekiyordu. Şeker imaline yarayacak bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747’de Alman kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini anlattı.
Marggraf’ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında bir fabrika kurarak, günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı. Ne yazık ki, ekonomik bunalım içinde ve Fransa’nın güçlü baskısı altında olan ülkesi, girişimlerini destekleyecek durumda değildi. Eli kolu bağlanan Achard, çalışmalarından bir başkasının yararlandığını görmenin acısı içinde yaşadı.
Bu başkası, eski Fransız subayı Benjamin Delessert (1773-1847) idi. Paris’te 1801’de ilk Fransız pamuk ipliği fabrikasını kurmuştu. Ertesi yıl bunu, üretimi Marggraf-Achard yöntemine dayanan ilk şeker fabrikası izledi. İlk ürününü 2 Ocak 1813’te aldı ve sevinçten uça uça bunları Baron Chaptal’a götürdü. O da hemen Napolyon’a koşturdu. Buna son derece sevinen Napolyon’un bizzat fabrikaya gelip sanayiciyi kutlayacağını Chaptal, Delessert’e şu satırlarla müjdeledi:
Acele, çok acele
Monsieur Benj. Delessert’e
Coquevin Sokağı.
İmparator fabrikanıza geliyor. Ondan önce orada bulunacağım. Acele gelin. Chaptal. 2 Ocak, öğle
Şeker pancarından şeker yapımı, XIX. yüzyılın ilk yıllarının en önemli kimya sanayii icadıdır. Kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı ve fiyatlar durmadan düştü. Çünkü 1836’da günde 1.000 kilo pancar işlenebilir ve 50 kilo, şeker alınabilirken, 1841’de aynı sonuç 750, 1850’de 650 ve 1860’ta 550 kilo pancardan alındı.
Forum:
Serbest Kürsü
Yorumlar
Yorum Yok
Hoşgeldin, Ziyaretçi
Forumda Ara
Forum İstatistikleri
Kimler Çevrimiçi
Toplam: 57 kullanıcı aktif
Bing
0 Kayıtlı
» 56 Ziyaretçi
» 56 Ziyaretçi
Son Aktiviteler
çamaşır yıkama
Son Yorum:
karinca
•
Dün, 03:29 PM
Manavgat rafting
Son Yorum:
karinca
•
Dün, 12:33 PM
Almanca Dersleri ve Onlin...
Son Yorum:
nullsix
•
04-13-2024, 07:06 PM
Eyüp Psikolog
Son Yorum:
Celoxy
•
04-11-2024, 03:03 PM
Estetik Cerrahi
Son Yorum:
Celoxy
•
04-11-2024, 04:30 AM
İnegöl Web
Son Yorum:
Celoxy
•
04-09-2024, 05:43 PM
Köpek Eğitim Fiyatları
Son Yorum:
Celoxy
•
04-09-2024, 01:20 PM
Prefabrik Hazır Ev
Son Yorum:
Celoxy
•
04-08-2024, 07:17 PM
Doktorların Güvenilir Yar...
Son Yorum:
nullsix
•
04-08-2024, 04:14 PM